Meclisin İçinde Vurdular Bizi

 

YUSUF ZİYA BAHADINLI

Meclis’in İçinde Vurdular Bizi

 

I. BÖLÜM

 

“Bir Hayalet Kol Geziyordu” Mecliste 

‘Komünizm Hayaleti’

“Bir hayalet kol geziyor Avrupa’da; komünizm hayaleti” sözü, yüz elli yedi yıl önce Marx ile Friedrich Engels’in birlikte kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu’nun ilk cümlesidir.

Meclis avlusuna girdiğimde, binalara bakarak; “daha sevimli olabilirdi” dediğimi hatırlıyorum. Binalarda da bir “güler yüz” vardır çünkü.

Bir buzul gibiydi, yaklaştıkça genişliyor, içeri girdikçe büyüyordu.

Çocukluğunun “devlet simgesi” yakandadır şimdi; biraz ürkeksin, biraz kuşkulu.

Yürüyordun, sağda solda nöbetçi kulübeleri; kara iri taş örgülü duvarlı, kapılarında bekleyen seçme erlerin hemen namluyu üstüne doğrultacakmışçasına duruşu korkutucu!

Yürüyordun, yanlara, sırf yanlara uzanan genç görünüşlü yaşlı ağaçların önündesin. Kale biçimli yapılardan birinin çift kapısı önünde duruyorsun. Döne döne giriyorsun dönen kapıdan. Kaç polis karşılıyor, hafif bir yel vuruyor yüzüne, kartına davranıyorsun, “rap!” diye bir ses duyuyorsun.

Tavanlar yüksek, ayakların halıya gömülüyor. Yürüyorsun. Tepende avizeler birer gecekondu iriliğinde, sarı, ak, ışık döküyor. İçerde küçük bir bahçenin önünden geçiyorsun, yapı içi bahçesi. Duvarlar cam, direkler mermer, renk renk.

Merdiven çıkıyor, merdiven iniyorsun, basamaklar halı.

Yanda dolap bölümü. Dolabına eşyanı bırakıyorsun. Berberlerin, ayakkabı boyacılarının önünden geçiyorsun. Yine çıkıyorsun merdivenlerden; salona giriyorsun, ışığı az, masaları seramik, koltukları kumaş. Kulise geçiyorsun, çay içiyorsun, kahve, bira.

Meclis büyük bir tuval, sizler birer lâcivert fırça darbelerisiniz: Kravatla mendil ise birer dinlendirici öge; siyah, mavi, bordo. Eller arkada, adımlar ağır, bakışlar sert.

On beş kişisiniz; salona birlikte iniyor, koridorlardan birlikte geçiyor, yemeğe birlikte gidiyor, grup odasına birlikte çıkıyorsunuz. Çevredekilerin kimi önem vermez görünüyor, kimi dikkatle sizi izliyor, “neden birlikte dolaşıyorsunuz?” diye soruyor kimi...

Milletvekilleri, seçmenlerine Meclis’i gezdiriyor. Önce yemek yiyorlar, sonra salonları, grup odalarını, kitaplığı gösteriyorlar, bir de sizi!

Toplantıya giriyorsunuz, önce “Adalet mülkün temeli” gözünüze çarpıyor. Sonra sıralar, sıralar... Sarı maden üstünde adın kazılı. Seksen yıl önce söylenen dizeler dilinde:

“Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan / Kamutay bugün doğdu / Karanlıkları boğdu!”

İki yanında iki parti grubu, bir “yel” esti mi, ikisi birden, sonra üçü, sonra dördü, beşi, yıkılır üstüne. Ve her gün tırnakların avucun içine gömülü; bütün bir gün, bütün bir yıl, dört yıl. En küçük sağanakta bir güzel ıslarlar, sonra bir daha, bir daha! Ve ağzın ses büyütür de, güya konuşursun!

Toplantı salonunda, merdivenlerde, asansörde, koridorlarda, yemekhanede, kitaplıkta ve her yerde Meclis’te dört yıl (bizim arkadaşların dışında) bir “dost gözü” yakalayamadım. Kendimi, kafes içinde bir uzaylı gibi hissediyordum...

 

Kimi öğretmendi, kimi avukat, mühendis, mimar, tüccar, köy ağası, kimi de okumasız. Meclis’e gelmeden önce “kıt kanaat” geçiniyordu belki de çoğu. Ne idi bu öfke, bu nefret, bu kin, kabalaşma? Söylediklerimiz miydi bunları kudurtan yada daha önceki “bildikleri” mi?

Ben bunlardan boşuna incelik bekledim yıllar yılı. Gülten Akın’ın dizeleri dilimden düşmez olmuştu:

Ah kimselerin vakti yok 

Durup ince şeyleri anlamaya.

 

Bizi gerçekten tanıyorlar mıydı? Neden biz onlar gibi düşünmüyor, olayları onlar gibi algılamıyorduk? “Öfkeleri bundan mıydı, bundan dolayı mıydı bize düşmanlıkları? İdeolojimizi (ideoloji sözcüğünden hoşlanmıyorlardı); bu sözcüğe bir de “yabancı” katmış “yabancı ideoloji”, bir küfür gibi kullanıyorlardı. “Amerika” sözgelimi, yabancı değildi, yabancı yalnızca “Rus”tu! “Kapitalizm”, “emperyalizm” sözcüklerine kızıyorlardı. Hele bir sözcük vardı ki onları kudurtan, saldırtan, vurmak, parçalamak, öldürmek isteği uyandıran “sosyalizm” sözcüğü; hayır hayır “komünizm” sözcüğünü ağzımıza alamazdık, onların kızdıklarında söyledikleri ilk küfürdü, “ulan komünist “ti.

Bir tren yolculuğumda, kompartımanda iki yolcu daha vardı. Biri ötekine bir kavgasını anlatıyordu: “Ağnadın mı, bir geçirdim herifin kafasına, ‘ulan komünist’ dedim...” Araya girdim: “Adam komünist miydi?” diye sordum. “Yok ağabiciğim, lafın gelişi söylüyorum!” Bunlar lâfın gelişi için söylenmiyordu kuşkusuz: Marksizmi, sosyalizmi, komünizmi okumuş, incelemiş, kendi sınıfsal yapısına, dünya görüşüne ters bir yapıda olduğunu saptamışlar mıydı?

Çoğunluğu belki de ilk kez dolgun birer maaşa konmuştu. İşte burada durup düşünmek gerekiyordu: Sosyalist dünya görüşüne neden bu denli karşıydılar? Bunlar bir “şartlı refleks” içindeydiler, belli. Bu ruh halini bir Rus bilgini olan Pavlov saptamıştı, yüz elli yıl önce. Pavlov, bir de şartlı refleksin, doğuştan ve soydan da geçme reflekslere dönüşebileceği tezini ileri sürmüştü.

İçlerinde marksizmi bilen var mıydı, sanmıyorum. Bildiğini sananlar da kendine göre “olumsuz” yönler arayıp bulmuş, sürekli onu sergiliyordu. Biri çıkıp da neden kapitalizm ve onun uzantısı emperyalizmin gerekliliğini, marksizmden üstün yanını söylemiyor yada söyleyemiyordu? Üstelik bir Alman emperyalizmi, İngiliz, Fransız, Amerikan, İspanyol, İtalyan emperyalizminden rahatsız değildi! Durmadan “komünist”, “kızıl köpek”, “Rus Uşağı”, “vatan haini”, “alçak”, “ulan” diye çığrışıyorlardı!

Belki de tek bildikleri şey “kasket asmak”tan ibaretti! ,

Görüyordum ki çoğu ya kanıyla düşünüyordu dünyayı yada ahret öncesi dünyayla, yahut mevcut itibarı ve cebindeki paranın miktarıyla...

İçlerinde, bir tane olsun roman okuyan var mıydı? Kuşkuluydum! “Okusalardı” diye düşünüyordum, “belki biraz daha incelikli, hoşgörülü, biraz daha saygılı olabilirlerdi!”

1987 Nobel Edebiyat Ödülü alan Broddsky, şöyle demişti:

 

“Bireyin estetik deneyimi ne kadar zengin, beğenisi ne kadar gelişmişse ahlâk seçimi o kadar kesin olur, özgürlüğü de aynı ölçüde artar. Daha kötü suçlar vardır, kitaptan nefret etmek, okumak, sanatı umursamamak, gibi. Çünkü bu suçların bedeli bir ulusun tarihidir…”

 

Broddsky, kuşkusuz doğru söylüyordu. Ama böyle bir düzey, (hele son elli yılın yetiştirdiği insan gerçeğini düşününce) bize, Türkiye İşçi Partisi’ne, sosyalizme, komünizme daha mı saygılı bakmayı sağlayacaktı! Kuşkusuz ki hayır. Ama belki de daha uygar, daha düzeyli, belki biraz daha “düşünce”ye, “insan”a değer veren, bir arada yaşamasını bilen, karşı düşünceye tahammül eden bir yapıya sahip kişilerin sayısı artabilirdi?

Ne var ki bu saldırganların önemli bir kısmı, daha çok taşrada yaşayıp da gelişememiş küçük burjuvalarda görülen ilkel, görgüsüz, yobaz, gaddar, kaypak ve aşağılık duygusuyla alıngan türden şehirlileşememiş kişiler özelliğini taşıyor olabilirdi. Ve sınıf atlama duygusu ve arzusu onları sürekli nefret kusan kişiliğe dönüştürmüştü!

Kim bilir, belki Türkiye’de düzenin gereksindiği tam da buydu: Bizi Meclis’te karşılayanlar, Türkiye halkına reva görülen sömürü ve yoksulluğun, bağımlılık ve çürümenin en iyi, en militan savunucularıydı. Belki de egemen sınıf, “sizi sömürdüğüm, yoksullaştırdığım gibi, sizin tepenize bu tür adamları koyuyorum ki, size ne kadar az değer verdiğimi anlayın” demek istiyordu. Bir de, bize mesaj vermek istemiş olabilirlerdi: “Bir kaza oldu, Meclis’e girmeyi başardınız, ama görün bakın muhatap olarak sizin karşınıza kimleri, ne türden insanları çıkarıyoruz...”

Anlamayan, anlamak için çaba harcamayan, dinlemeyen, dinlemek için çaba harcamayan, düşünmeyen, düşünmek için çaba harcamayan insanlar...

Hiç kuşku yok, Türkiye İşçi Partisi bir komünist partisi değildi. Öyle bir iddiası yoktu. Türkiye İşçi Partisi’nin programında yazılıydı, TİP milletvekilleri olarak bizler defalarca Meclis kürsüsünden söylemiştik. Demiştik ki:

 

“Türkiye İşçi Partisi, sosyalist bir partidir. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye’ye özgü bir partidir. Tüzük ve programımızın başka partilerde her zaman rastlanmayan bir takım özellikler taşıdığı bir gerçektir. Halkın oyu ile iktidara gelen emekçi sınıflarının partisi, halk istemediği takdirde, iktidardan çekilecektir.”

 

Meclis’teki bütün partilerin yine de bildiğini okumasının başka nedeni var mıydı? Biraz araştırırsak, belki başka nedenin olduğunu bulabiliriz diye düşünüyorum.

O yıllarda, 1965-1969 yılları arasında Meclis’te altı parti vardı. Ama üzerinde durmaya değecek, TİP’in dışında CHP ile AP idi. Bu iki partinin yapısını biraz açıklayabilirsem belki bize olan bakışlarının kökenleri ortaya çıkabilirdi.

 

Adalet Partisi

Demokrat Parti, CHP’nin “sağ kaburgası”ndan doğdu. Adalet Partisi de Demokrat Parti’nin “sulbü”nden gelen ve aynı zamanda mirasına konan bir partidir. Dolayısıyla, aralarında bir kan bağı, bu nedenle de benzerlikleri vardır.

Bu kitabın, Meclis sahnesindeki oyuncularının çoğunluğu Adalet Partilidir; yine de Tanel Demirel’in 375 sayfadan oluşan kitabından aldığım birkaç satır, onları tanımlayan iyi bir özettir:

 

“AP’lilerin önemli bir kesimi, kendileri çoğu zaman ibadetlerini yerine getirmese de, ibadet ve dinsel ritüellerin yaşandığı dindar (ağırlıklı olarak sünnî müslüman) ailelerden gelmiştir. Demirel’in babası ve bazı akrabaları, Isparta’nın ilçesi Barla’da sürgünde bulunan Bediüzzaman Said-i Nursî ile görüşen kişilerdir. Demirel, doğduğu yer olan İslâmköy’de (belki on beş yirmi evde) Risale-i Nur’un çoğaltıldığını nakleder. Keza kendisinin Kur’an okunmadan sabah kahvaltısına oturulmayan bir aileden geldiğini söyler. İslâmköy’de dinî sebeplerle davul bile çalınmamaktadır.

Saadettin Bilgiç (bakan), bir müftünün oğludur. Ferruh Bozbeyli (Meclis Başkanı), devlet memuru olan babasının, memurların cuma namazına gitmelerine izin vermeyen bir genelge nedeniyle ağlamasını ifade eder.

AP elitinin önemli bir kesimi yoksul veya orta gelirli ailelerden gelmiştir. Tipik AP’li, büyük çoğunlukla devletin sağladığı olanakla, devlet okullarında eğitim görmüştür. Aralarında, dönemin yabancı ve yerli önde gelen kolejlerinde okumuş olan pek azdır. AP milletvekilleri arasında kendi işine sahip olan mühendis, doktor, avukat, toprak sahibi veya ticaret adamının sayısı, CHP’ye oranla daha yüksektir. AP’li, tabiri caizse sınıf atlamıştır veya atladığını düşünür. Bu duygu AP’liyi serbest piyasaya çeken bir faktör olduğu gibi, zaman zaman (belki de çok zaman) kaba bir saldırganlığa dönüşebilen abartılı bir güven duygusunu geliştirmiştir. AP’lilerin kendi kimliğinden emin olmamaktan kaynaklanan güven bunalımı ve bunun yarattığı çeşitli sorunları vardır. Görgü, nezaket, farklılıklara hoşgörü, ilkellik gibi...” (Tanel Demirel; Adalet Partisi, İletişim Yayınlan, sayfa 102)

 

Cumhuriyet Halk Partisi

1923 -1945 döneminin CHP’si, asker, sivil bürokrat, toprak ağası ve yerel bölgelerdeki eşrafı da içine alan bir partiydi. Köylüler, işçiler sadece oy verendi bu partide, dönem dönem değişik kişiler görev almıştır. Atatürk, hiçbiriyle kıyaslanamaz. Sözgelimi İsmet Paşa; Atatürk ne düşünüyorsa çoğunlukla o da öyle düşünürdü. Kendisi bu durumu şöyle anlatmıştır:

 

“Atatürk Metotları, meydana çıkınca (Atatürkçülük), ben sükûnetle vaziyet mütâlaa ederek ‘hâlin, zamanın tedbirleridir’ diye düşünmüşümdür. Atatürk’le konuşmalarımızda, ‘yapılabilirse, bu şimdi yapılır’ dediği zaman, benim inanmam, ötekilerin korkması, farkımız bundan geliyor.” (Hâtıralar, cilt: 2; Attilâ İlhan, Cumhuriyet, 7 Ocak 2005)

 

İsmet Paşa, Recep Peker, Celâl Bayar, Şemsettin Günaltay farklı birer yapıya sahiptiler. Dördü de değişik zamanlarda başbakanlık yapmıştı.

Cumhuriyet’in bu kadrosu, pragmatik bir çalışma uygulamış, başarısız kalınca vazgeçmiştir.

1930 yıllarında özellikle, ilerici düşünce üstüne tırpanla gidilmişti sanki! İlerici kuruluşlar hükümetçe kapatılmıştı.

1945’den İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist ülkelerin güdümüne doğru açık bir kayış başlamıştı.

Oysa emperyalist ülkeler tarafından işgale uğrayan Anadolu coğrafyasında Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından başlatılan direniş daha ilk günlerinden itibaren genç Sovyet devletinin açık desteğini almış, Mustafa Kemal de cumhuriyet kurulduktan sonra da sürecek bir biçimde, Sovyet-Türk dostluğu için çaba harcamıştı. Gerçi, her iki ülke, toplumsal sistemleri itibariyle farklı yönlere doğru gidiyor, Sovyetler Birliği eşitlikçi bir düzen kurdukça egemenliğini pekiştirirken, Türkiye’de güçlenen burjuva iktidarı emperyalist ülkelere bağımlı hale geliyordu ama yine de, Sovyetler ile Türkiye arasındaki ilişkilerin dostça olduğu açıktı.

Ancak zaman ilerledikçe, özellikle 1933’te Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi ile birlikte, Türkiye kendisini yeni tercihler yapmaya zorlayan bir uluslararası ortamda buluyordu.

Savaş kapıdaydı.

Savaş kapıyı çaldıkça, Türkiye’nin, Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkileri ile bağdaşmayan bir tutuma yöneldiği görüldü. 1 Eylül 1939’da Nazilerin Polonya’yı işgaliyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti, faşist Almanya’yı yatıştırmaya, onunla iyi ilişkiler geliştirmeye çabalarken. Haziran 1941’de aynı ülke bu kez Sovyetlere saldırdığında ise açıkça saldırgandan yana bir tavır sergiledi.

İsmet İnönü Türkiye’yi savaşa sokmamakla övünürdü ama CHP yönetiminde Türkiye aslında Sovyetlere karşı yürütülen savaşın gizli bir aktörüydü. Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçerek Karadeniz’deki Sovyet limanlarına saldırmasına göz yumulması, cephane yüklü gemilerin geçişine izin verilmesi, daha da önemlisi ülkede açık bir Alman propagandasının yapılmaya başlanması...

Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun Almanya’nın Sovyetlere saldırmasından kısa bir süre sonra, 9 Ekim 1941 ’de faşistlerle ticaret anlaşması imzalaması da işin tuzu biberi oluyordu.

Böyle dostluk olmazdı...

Sovyetler Birliği, savaş sırasında, ama özellikle savaşın bitimine yakın, “böyle dostluk oImayacağı”nı Türk hükümetine anlatmaya çalıştı. 1925 tarihli Sovyet-Türk Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması bu koşullarda yetersiz kalmıştı. Sovyet tarafı, dostluğa yakışmayan davranışlara, özellikle kendi güvenliğini sarsacak uygulamalara karşı açık güvence istiyor, bu güvencelerin yeni bir antlaşmaya kaydedilmesini talep ediyordu.

Ancak Türkiye’de burjuva iktidarın gereksindiği şey başkaydı. Savaşın sona ermesi ile birlikte, emperyalist dünyanın yeni lideri belli olmuştu: Amerika Birleşik Devletleri. Türkiye bu liderin etrafında oluşan dünya sisteminin parçası olmak için büyük bir gayret içindeydi.

Bu gayretgeşlikten bir “masal” çıktı. Dönemin Başbakanı Saraçoğlu, Dışişleri Bakanı Selim Sarper ve Moskova Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin’den oluşan bir ekip, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den bazı kentleri “geri” istediği, ayrıca boğazlarda askeri üs bulundurmayı talep ettiği masalını uydurdular.

Ortada bu masalı gerçeğe dönüştürecek tek bir belge yoktu. Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un diplomatik sohbetlerde dile getirdiği bazı şikayetler, “Sovyet tehdidi”ne gereksinim duyan anti-komünist yöneticilere ilham vermişti.[1]

Artık Türkiye, bu bahaneyle Amerika’nın yörüngesine girmiştir. Zekeriya Sertel, “Hatırladıklarım” adlı kitabında, o günlerde Tan Matbaası’nın yakılması münasebetiyle: “Bu durum karşısında İnönü, yılana bile sarılmaya razıydı. Sovyetlere karşı bir desteğe ihtiyacı vardı. İşte bu durum Türkiye’yi Amerika’nın kucağına attı.” diye yazar.[2]

Bunlarda bir tür “içgüdü” haline gelen “komünizm hayaleti”nin nedenindeki sis perdesi biraz açılıyor sanırım...

4 Aralık 1945’te Tan Gazetesi ve Matbaası, polisin koruması altında CHP’li gençler tarafından yakıldı, yıkıldı. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Sabiha Sertel bu gazetede yazıyorlardı.

O günlerde İstanbul lokantalarının listelerinde değişiklik yapıldı: “Rus salatası”, “Amerikan salatası”na çevrildi. Galatasaray Lisesi karşısındaki Rus Çorap Pazarı “R” harfi kazınarak, Us Çorap Pazarına dönüştürüldü. İstanbul’daki Tan Pastanesi, Tan Lokantası gibi isimlerin “T” harfi kazındı, “Şan”, “Han”, “Kan” hallerine dönüştürüldü.

Yine o günlerde Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” marşı, devlet radyosunca “Bir Marş Öğreniyoruz” adıyla yayımlanmaya başlandı.

 

Tanrı’nın alnından öptüğü millet 

Güneşten başını göklere yükselt 

Yürü altın nesli Fatih Oğuz’un 

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun...

 

Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim görevlileri Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, fakülteden atıldılar.

Bir MİT ajanı olan Aclan Sayılgan, “Türkiye’de Sol Hareketler” adlı kitabında “1951 tevkifatına kadar süren faaliyetlerin, siyasi polisin kontrolü altında olduğu muhakkaktır... Türk Barışseverler Cemiyeti’ ise Türkiye’nin Kore’ye asker gönderme kararından sonra kapanmış, mensupları 1 yıl ile 6 ay arasında hapis cezasına çarptırılmıştır... 1946’larda ‘Yurt ve Dünya’ ile ‘Adımlar’ dergileri kapanmış bulunuyordu. 1947’den sonraki yıllarda bu dergi içine komünistler sızmıştı. İstanbul’da ‘Hür Gençlik’, ‘Hür’, ‘Gün’, ‘Gerçek’, ‘Baştan’, ‘Yeni Baştan’, ‘Medet’, ‘Markopaşa’, ‘Öküz Paşa’, ‘Nuhun Gemisi’, ‘Beraber’,’ ‘Yeryüzü’, ‘Nâzım Hikmet’ gibi dergi ve gazeteler, 1946- 1952 arası çıkmış haftalık, on beş günlük dergi ve gazetelerdi” diye yazar.


[1] Konu, Yalçın Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler kitabının İkinci Cildi'nde ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

[2] 12.4.1967’de, Behice Boran’ın “Amerika ile Türkiye arasında yapılan ikili anlaşmalar” konusunda Meclis araştırması için verdiği önerge konuşulurken, o zaman CHP’den milletvekili olan Selim Sarper, söz almış ve (marifetinin bilinmemesi için olacak), "Şimdi gerçekten ‘askeri sır' mahiyetinde olan noktaların açıklanması talep edilmektedir. Bu Meclis için bir fayda olmadığı gibi, bazı zararlar da husule gelebilir. Yani memleketin yüce menfaatleri ile telifi mümkün olmayabilir" demiştir. (12.4.1967 tarihli Meclis Tutanağı, cilt: 16, sayfa 65)


Truman Doktrini

Kimi solcular bile bu tuzağa düştü: “Ruslar 3 vilayetimizi ve boğazlarda üs istedi!” masalına inandı.

Madem ki Ruslar böyle bir istekte bulundu; Türkiye’nin Sovyet ordularına karşı koyacak ve direnecek bir gücü yoktu, çare Amerika’ya başvurmaktı ve öyle oldu!

1945 Aralık ayında Sıkıyönetim ilan edildi ve ilk iş olarak yeni kurulan sosyalist partiler kapatıldı, yöneticileri tutuklandı!

1947’de Vaşington’da Truman Doktri’ni gereğince Türkiye’ye askeri malzeme sağlanması ve bunun da büyük Britanya tarafından üstlenilmesine karar verildi.

Bunun üzerine CHP hükümeti, ülkede büyük bir komünist avı seferberliğini en küçük birimlerde bile uygulamaya başladı.

Tonguç’un deyişiyle “köy enstitülerinin beyni ve kalbi Yüksek Köy Enstitüsü”nün çalışmaları durduruldu.

Yüksek Köy Enstitüsü, ilerde oluşturulması düşünülen bir tür Halk Üniversitesi niteliğindeydi ve şu bölümler vardı: Güzel Sanatlar Kolu, Hayvan Bakımı Kolu, Kümes Hayvancılığı Kolu, Tarla ve Bahçe Ziraat Kolu, Ziraat İşletme Kolu, El ve El Sanatları Kolu.

Bu kollardan mezun olanlar köy enstitülerine öğretmen, ilköğretim müfettişi olacaktı. Öğrencileri, köy enstitüsü mezunlarından sınavla sağlanıyordu.

Ben bu enstitünün sınavını kazanmış, birinci sınıfta öğrenime başlamıştım. İşte o ünlü Truman Doktrini’nin Türkiye’de fırtınaya dönüşen anti-komünizm saldırısı Yüksek Köy Enstitüsü’nü kökünden yok etti.

Enstitü’de kuramsal bilgiler yanında üreterek öğrenmeyi amaçlayan eğitim felsefesi ağırlık taşıyordu. Oysa biz, birinci sınıfta fizik, kimya, matematik, geometri, biyoloji dersleri görmeye başlamıştık. Sebebi fen dersleri okuyanlar komünist olmazmış!

Yüksek Köy Enstitüsü, Türkiye’de köylülük olgusu üstüne araştırma, düşünme yeri olacaktı; bu doğrultuda yapılacak planlar, programlar, tezler, kısacası bilimsel çözümlemeler, köy enstitülerine, oradan da köylere uzanacaktı. Yeni bir aydın tipi, burada filiz verecekti; sonra ülkenin her bir yanında, yöresinde meyvaya duracaktı. Yeni aydın, kendi görev hakkını bilen, anlayan olacaktı. Yeni aydın, ülkenin her kesimine ışık tutan yurtsever biri olacaktı!

Ve “bir gecede ansızın” uykumuzun en yoğun bir anında:

“Kalkın!” diye bağırmışlardı!

“Hazırlanın çabuk” diyorlardı.

“Yarım saat içinde giyinip dışarıda sıra olun!”

Ve bir cemseye doldurulduk, araba hareket ettiğinde büyük üzüntüyle okuluma bir daha bakmak istedim, ama her yer karanlıktı!

Yıl 1947, iktidarda CHP vardı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Başbakan Şemsettin Günaltay, Meclis Başkanı Kâzım Karabekir’di ve Mustafa Kemal Atatürk de öleli dokuz yıl olmuştu.

Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabında dediği gibi, “İsmet Bey, hiçbir zaman ‘devrimci olmamıştır. İlk gençliğinden beri, tanışma fırsatım bulduğu insanlara kendisini saydıran ve sevdiren bir ‘vazife adamı'dır. O, bir düzen adamıdır; ileri bir Tanzimatçı idi.”

Köy enstitüleri resmen 1954’de DP tarafından kapatılmışsa da; 1947 Yüksek Köy Enstitüsü’nün kapatılmasıyla birlikte köy enstitülerinin tüm içeriği boşaltılmış, yöneticileri, gerici, milliyetçi kişilerce değiştirilmiş, programı uygulanmaz olmuş, bilinen eski öğretmen okulu haline dönüştürülmüştü.

İsmet İnönü’nün, köy enstitülerinin kuruluşunda çok payı vardır. Köy enstitülerinin yıkılışında ise daha çok payı vardır.

İnönü ilginç bir siyasal kişiliğe sahipti. “İlerici”yi oynuyordu kuşkusuz, ama 1946’ya kadar. Sanıyorum, Demokrat Parti kurulmasaydı ve bu parti başarı göstermeseydi, yine “ilerici” kalmayı seçecekti! Türkiye İşçi Partisi kurulduğunda da ortaya çıktı; sosyalist bir partinin gördüğü ilgi karşısında ondan geri kalmamak için olacak, birden CHP’nin “ortanın solu”nda olduğunu ilân ediverdi. Ama bir koşulla:

1966’da CHP’nin kongresinde İnönü genel başkan, Bülent Ecevit de genel sekreter seçildikten sonra, Ecevit, konuşmasında:

“CHP’nin ortanın soluna gelerek aşırı sola (TİP’i kastediyor) çektiği duvar gibi, AP de ortanın sağına, aşırı sağa bir duvar çekerse, demokrasi sürekli yaşama imkânı bulur!” demişti.

Behice Boran da “gerçekte CHP’de ne yeni bir hamle ne de sola açılış vardır, aksine önleme çabası vardır” cevabını vermişti.

Ecevit yalnız değildi, İnönü de, bütün CHP de aynı kanıdaydı. Köy enstitüleri, CHP’nin, İnönü’nün, Ecevit’in bu bakışından dolayı kapatılmıştı.

Köy enstitülerindeki özgür düşünme, demokratik uygulama, kitap okuma, toplumsal bozukluğa karşı tepki ve hele bir de ağaya, yüksek bürokrata (vali, kaymakam, savcı, jandarma, polis...) karşı tavır; ezik köylünün bu sıfatlardaki kişilere olan geleneksel eğilip bükülmelerin enstitülülerce bozulmuş olması iyi karşılanmamış; giderek (lâfın gelişi söylenen) komünist suçlamasına dönüştürülmüştü. Dinci, ırkçı sağ, telaşlı ve öfkeliydi: Devletin otoritesi (!) bozuluyordu. Hem kim oluyordu, köyün baldırı çıplaklarıydı bunlar!

CHP, dolayısıyla “Yüce Meclis”, artık Atatürk devrimlerinin sadece sözünü ediyordu. Bu, sözüm ona “kendini bulma”nın önünde, İsmet İnönü ve CHP vardı!

Türkiye'de Cumhuriyet’in ilk döneminde tanık olunan burjuva devrimci dönüşümler artık yerini burjuvazinin statüko telaşına bırakıyordu.

Bir son not eklemek durumundayım...

CHP’nin milletvekili Zülfü Livaneli’nin beş gün arayla iki konuşması oldu. Birincisinde, 10 Ocak 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre, Türkiye’nin kurtuluşunun “sol” politikada olduğunun altını çizmiş, solun “milliyetçi” olamayacağını söylemiş, “bütün dünyada sol yurtsever olur, nasyonalist olmaz, patriot olur” demiştir. İkinci konuşmasında, yani adaylığını ilan ettiği gün 15 Ocak 2005’te, “Parti, bu ideolojiyi benimsemeli, buna doğru yürümeli. Katiyen ‘sol' değil. Özgürlükçü, demokrat ve AB’ye yönelen bir parti... Artık “sol”un ne anlama geldiğini kimse söyleyemez. Sol ne demek, hangi sol? şeklinde konuşmuştur.

İşine gelince “sol”, işine gelince...

Okurlarımdan özür dileyerek bir anımı anlatmak istiyorum. Ne yazık ki Türkiye’de estirilen bu “anti-komünizm” rüzgârından değil nezle, sık sık zatürre olup ölümle yüz yüze geldiğim çok olmuştur.

Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldığını, biz birinci sınıf öğrencilerinin, bir gece sabaha karşı, uykudan uyandırılarak cemseye nasıl bindirildiğimizi yazmıştım. İşte o gün, Balıkesir-Eğitim Enstitüsü’ne gönderilmiştik. O günlerde eğitim enstitülerine, köy enstitüsü mezunu alınmıyor gerekçesiyle, fazladan bir yıllık hazırlık sınıfında lise son sınıf dersleri okuduk (ben o zaman üç yıllık öğretmendim) ve sınavı kazananlar (Yüksek Köy Enstitüsü’ne de sınavla girmiştik), eğitim enstitüsü öğrenciliğine hak kazandık. İki öğrenci (biri ben), çok kitap, daha çok Rus klasikleri (Çehov, Turgenyev, Gogol, Dostoyevskiy, Tolstoy, Gorki gibi) okuduğumuz, hükümeti eleştirdiğimiz ve benzeri şeylerden dolayı sınıfta bırakıldık. Yatılılığım kaldırıldı, ancak üçüncü yıl Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü-Edebiyat Bölümü’ne girebilme hakkını kazandım.

Söyleyeceğim, bundan sonraki Demokrat Parti dönemine aittir.

Ankara, bir kurtuluş kenti olmuştu, ben öyle düşünüyordum. Anti-komünizm öyle bir hava idi ki giremeyeceği pencere yoktu yada iyi pompalamalardı! Amerika’daki McCarty’ciliğin CHP’den DP’ye geçtiğini geç öğrendim.

Gazi Eğitim Enstitüsü’nün ikinci sınıfına devama başladığım yılın ayında okulca düzenlenmiş bir boykotla karşılaştık, yanımıza birini daha katarak. Bir hafta boyu hiçbir kimse bizimle konuşmadı, sıra arkadaşlarımız bile! Yaratılan bu havanın, sinirlerimizi bozması bir yana, üstümüze bir de korku çöktü, ya okuldan kovulursak!

Ardından bir de okul disiplin kurulunda yargılanma! Sorular ilginç:

Yaz:

1. Niçin Varlık Dergisi okuyorsun?
2. Niçin Falih Rıfkı’yı okuyorsun?
3. “Yağmur Toprak” dergisine yazı yazıyormuşsun, niçin?
4. Rus yazarlarını okuyormuşsun, niçin?
5. Nâzım Hikmet’in affı için imza atmışsın, niçin?
6. Okullarda, din dersi okutulma isteğine karşı çıkmışsın, niçin?

Ve benzeri...

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü diplomasını zor aldım.

Demokrat Parti

Bir gensoru dolayısıyla, Demokrat Parti üstüne söylenenler: “1950’de yapılan dürüst ve samimi bir seçim neticesi olarak Demokrat Parti iktidara gelmiştir.”

Bu parti idarecileri, muhalefette iken aşağıda görüleceği üzere muhtelif zaman ve mahallerde parti genel başkanı Celâl Bayar, Adnan Menderes ve diğer sözcüleri tarafından yapılan parlak vaatlere Türk Milleti inanmış ve onu adeta ezici bir çoğunlukla iktidara getirmişti.

Ancak Celal Bayar, Adnan Menderes ve kendilerine tâbi bir zümre, güdülen iktisadi politikanın memleketi badireye sürüklediğini anlayınca bu politikanın başarısızlığını görüp bilen ve eleştiren aydın kesime arka çevirerek, gericilerle bir olmuşlardır; gericiliği teşvik etmişler, böylece memleketi devamlı ayakta tutacak ve çağdaş medeniyet seviyesine eriştirecek olan Atatürk ilkelerinden ayrılmışlardır. Bu cümleden olarak, dini istismardan çekinilmemiştir. İktidara geçince Türkçe ezan kaldırılmıştır.”

Yine tutanağa geçmiş DP ve yöneticileri üstüne o günlerdeki basından örnekler:

Dünya gazetesinden Falih Rıfkı Atay’ın “Dünden Geriye Bakarken” başlıklı yazısından (30 Mayıs 1960):

“Anayasa hâkimiyeti yerine parti hâkimiyeti kurmak ve bu hâkimiyeti, şahıs ve zümre menfaatleri üzerine dayamak.

Seçimlerde aday gösterme yetkilerini yavaş yavaş merkeze ve değişmez şef iradesi altına toplayarak ve milletvekillerince, tarihte misli görülmedik bir cüretle, en yüksek barem refahının çok üstünde bir refah sağlayarak, en haksız en adaletsiz işler karşısında bile Meclis çoğunluğunu elde tutmak.

Partizanlık rejimini bütün devlet İktisadî ve malî teşekkülleri, bankaları ve hattâ hususi teşebbüsleri parti hâkimiyeti altına alabilecek yolda durmaksızın kuvvetlendirmek.

Aydınları, azlıktır diye bir yana atarak ve geniş ölçüde mukaddesat istismarcılığı yaparak Atatürk inkılâplarını çiğnemek ve çiğnetmek.

Türk tarihinde eşi görülmedik bir rahmeti, yekûnu milyarlar tutan dış yardımı sırf keyfi, plansız ve hesapsız sadece oy kazanmak hırsıyla harcayarak Türkiye’ye bir daha kavuşamayacağı bir maddi kalkınma imkânını kaybettirmek ve geçim şartlarını sefalet seviyesine düşürmek...

Adnan Menderes, ‘siz isterseniz halifeliği de yeniden kurabilirsiniz’ demişti.

Kızdığı bakana ağız dolusu sövmek de Menderes’in pek tabii bulduğu bir şeydi! Ahlâk bozukluğu yap, bütün suçlan işle ve isyan eden millete üç ay bile nefes alma hakkı vermeden on yıl bu memleketi bin bir derde sokup ne hukuk bırak, ne insanlık bırak, devlet tahriklere başla!

Yargıç teminatını kaldır, mahkeme bağımsızlığına son ver, istemediğin hükmü verenleri emekliye ayır. Memleket aydınlarına adalet bakımından kan ağlat... Hayır yalnız düşük değil, gittikçe daha düşen bir adam bul!”

Ancak sorun kişisel değildi. Türkiye kapitalizminin Menderes gibi “kural tanımayan” adamlara gereksindiği açıktı. Hangisi kural tanıyordu ki? Demirel mi, Ecevit mi, Turgut Özal mı, Tansu Çiller mi, Tayyip Erdoğan mı?

Komünizmle mücadelede de kural tanımıyor, daha doğrusu oyunun kurallarını sürekli değiştirmekten vazgeçmiyorlardı!

Demokrat Parti, iktidara gelişinin birinci yılında, 1951‘de, Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesini değiştirdi, “komünizm” tehlikesine karşı ceza artırıldı.

Aynı yıl “Milliyetçiler Demeği” kuruldu.

“Komünizmle Mücadele” dernekleri kuruldu.

Halkevleri kapatıldı.

1952’de “NATO üyeliği Antlaşması” imzalandı.

1954’de “Köy enstitüsü” resmen kapatıldı.

6/7 Eylül 1955’de azınlıklara saldırı düzenlendi; evleri, iş yerleri kundaklandı, yakıldı, malları yağma edildi.

Türkiye’de “antikomünizm” ile “Amerikancılık” bir arada yürütülüyordu. 1945-1950 CHP’sinde ve Demokrat Parti ile Adalet Partisi’nin iktidarları boyunca Amerikancılık, komünizmin bir panzehiri biçiminde algılanmış ve uygulanmıştır.

ABD, Türkiye’deki egemenliğini sürdürebilmek için eğitim ve öğretimi de bir araç olarak seçmiştir. Mevcut düzeni, uygulana gelen yapısıyla, ekonomisi, geleneği, sınıflar arası çelişkisi, köylüsü, kentlisi ve dinsel yapısıyla hiç değiştirmeden, ama kendi çıkarına yarayacak ölçüde “geliştirerek” korumak istemektedir. Bu durum salt Amerikan emperyalizmine özgü değildir. Batılı tüm emperyalistler aynı yolu izlediler ve izlemekteler. Sözgelimi adı Türklerce pek bilinen ve bir süre İstanbul’da yaşamış Fransız Pierre Loti, batı kültürünü benimseyenlere karşı, çarşaflı, peçeli, inşallahlı-maaşallahlı Doğu kültürünü sürdürmek isteyenleri tutuyordu. Doğulu, Doğulu kalmalıydı!

Türk toplumunun değişmemesini istiyordu. Binlerce köy, töre ve geleneğin büyük birer hazinesiydi. Köylü, şehirlileşmemeliydi!

Yeni emperyalizm, geri kalmış bir ülkenin yeraltı, yerüstü zenginliğini sömürmek için en kestirme yol olarak, o ülkenin insanlarına “gayrı millî” eğitim/öğretim uygulamaktadır.

Yeni emperyalizm, bir ülkeyi ele geçirmenin tek yolunun top-tüfek olmadığını, yerine güler yüzlülüğü, cömert keseli olmayı ve bir de anti-komünizmi esas almayı ilke biliyor.

Yeni emperyalizmin korktuğu insan, “düşünen insan”dır. Programını “robot insan”, “etliye-sütlüye karışmayan insan”, “gelenekçi insan”, "muhafazakâr insan”ların topluma hâkim olması, iktidarın da böylesi güçlerin eline geçmesi doğrultusunda yapmakta ve uygulamaktadır. Bir de sömürdüğü yada sömürmek istediği ülkenin insanlarını kendi yanına çekmek, onu kendi kültüründen uzaklaştırmak, sömüren yada sömürecek ülkenin hayranı etme yollarını arar, bulur da!

1945’ten sonra Türkiye’nin dış politikası, “Amerika’ya sımsıkı bağlanma” esasına dayatıldıktan sonra eğitim ve öğretim düzenimiz de aynı paralelde tutulmaya başlandı. Sinemalar, her türlü basın, radyo, okullar bu konuda büyük görevler yüklendi: Sinemaları Amerikan filmleri doldurdu. Filmlerde saldırgan Amerikalı “kahraman”, yerini yurdunu savunan yerli “vahşi” tanıtıldı. Bol içki içmek, serkeşlik, serserilik, kılıksızlık, terbiyesizlik modası bu filmlerle yaratıldı.

Gazetelerin, dergilerin, kitapların yerini resimli romanlar aldı. Okuma alışkanlığı ortadan kalkar oldu. Tom Miks, Teksas türü resimli kovboy dergileri, çocukların elinden düşmez oldu. Bunlar, çok resimli, az yazılı, çocuğu okuma tembelliğine götüren dergilerdi. Ayrıca masal-teknik denebilecek dergiler, büyük, küçük herkesin elinde idi. Bunlar Amerikan bilginlerinin uzayı işgal edişini masal biçiminde gösteriyordu. Sözde, Amerikan tekniğinin eseri araçlarla, yıldızlarda yaşayan ve siyah derili oldukları düşünülen yerlilerle savaşıp, gökyüzünü ele geçirmek, orada varolduğu sanılan insanları sömürmek çabasının masalını vermektedir. Bu masallarda Amerikalı savaşçılar daima “üstün insan”, gezegen yerlileri “canavar” görünümündedir: Ve Türkiyeli okur da bunu böyle bellemiştir. Bu dergileri okuyan genellikle şehir çocuklarıdır. Köylü çocukları da unutulmadı. Yoksul Türk çocuklarında bir “Amerikan hayranlığı” yaratmak için yıllarca, köylere Amerikan süt tozu gönderildi. Bu yağsız süt tozunu Amerika, önce Birleşmiş Milletler’in bir kolu olan UNICEF yoluyla, sonra da kendi teşkilatı tarafından dağıtmaya devam etti.

Bir süre “uzman”, “barış gönüllüsü” adı altında Amerikalı görevli memurlar, yurdun dört bucağına yayılmıştı; tek görevleri Türkiye’de Amerikan hayranlığı yaratmak ve Türkiye’nin türlü zenginliğini Amerika’ya göstermekti. Sayıları ilk yıllarda 700’ü bulan Amerikalı kızlı oğlanlı gençler, Anadolu’nun dört bucağına yayıldı ve geri kalmış bir ülke olan Türkiye’ye eğitim (!) getirdi. Türk hükümeti, halk eğitimi ve toplum kalkınması konusunda hizmet görecek Türk eleman bulamamış, Amerikan Barış Gönüllüleri örgütünden yararlanmayı düşünmüş!.. Bu kızlı oğlanlı Amerikalı gençler, yurdun çeşitli köy ve kasabalarında Anadolu halkının kültür düzeyini yükseltmekle görevlendirilmişti(!).

Deneme öğretmen okulları, deneme liseleri, deneme ilkokulları, fen lisesi, lüks otelcilik okulu, filmcilik merkezleri, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi aynı nedenlerle yardım gördü (bu iki üniversitede attıkları top zamanla geri tepmiştir).

Okullar, bir yaz-boz tahtasına dönmüştür. Bugün bir Amerikalı uzmanın, yarın bir başka Amerikalı uzmanın bir çeşit buyruğunu, "modern öğretim” yutturmasıyla uygulamak, eğitim- öğretim düzenimizin yozlaştırılmasına yetmiştir.

1967 yılı içinde, İstanbul’da sermaye çevrelerinin tertip ettiği “Ekonomik Geliştirmeyi Hızlandıran Faktör Olarak Eğitim” adlı seminerde ABD eğitim ve kültür işleri bakan yardımcısı, bir konuşma yapmış ve “Yoksul bir ülkede bir iki yüz birinci sınıf aydının bulunması, kültürel, sosyal, politik ve ticari hayatta muazzam değişiklikler meydana getirir” demiştir.

Amerikalı eğitim bakanı yardımcısının sözü, yerli sermaye çevrelerince bir parola sayılmış, derhal “eğitim vakıfları” kurulmuş, yüzlerce öğrenciye büyük miktarda burs verilmiş ve zamanla binlerce birinci sınıf aydın(!) yetişmiş ve yetişmektedir.

Yani bir taraftan istedikleri türde “boyun eğen” aydıncıklar yetiştirirken öte yandan yaratıcı, özgür ve devrimci düşünceyi budamak için her tür önlemi alıyorlardı. Bu önlemlerin hangi boyutlarda olduğunun açık bir kanıtını sizlerle paylaşmak istiyorum.

İşte Cumhuriyet Türkiyesi’nde 1933-1966 yılları arasında “komünizm” propagandası yapıyor düşüncesiyle toplatılan kitap, dergi, broşür ve plakların listesi!

Marksizm, Hürriyet Yolu, Manifest, Sovyet Hariciye Komiseri Litvanof’a Ait Kartpostallar, Sovyet İdare Cihazının Islahında İşçi, Sovyet Kuruluşunda Ecnebi İşçileri, Stalin Diyor ki, Siyasî Avrupa, Enternasyonal İşçiler Cemiyetinin Açış Hitabesi, Faşizm ve Yurttaşlara Açık Mektup, Lettre Collectires Des Aveques Espagnoles, Alman Faşizmi, Bir Zait Bir Nakıs, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Kari Kautsky’ye Göre Sosyalizm, Karl Marks- Kapital, La Question D’orient, Hayalî Sosyalizm ve İlmi Sosyalizm, Marks-Engels- Hayatları, Nâzım Hikmet’in Hayatı ve Eserleri, Şiirleri, Revue Economique Et Parlamentaire, Sosyalizm, Şeyh Bedrettin Destanı - Nâzım Hikmet, Sınıf kavgası, 835, Satır- Nâzım Hikmet, Yeni Sovyet Kanunu Esasiyesi, Kuduran Faşist Seni Her Yerde Boğarım (broşür), Komünist (Türkçe Gazete), La Litterature Internationale, Ses, Asie Politique Economique, Karl Marx-Manifest, La Boulgarie Nouvelle, Bulgary 2. Kongresi, Devamlı Bir Sulh İçin Bir Halk Cumhuriyeti, Demokratia, Emekçi, Ekmek Kavgamız, Halk Gençliği, İşçinin Yolu Şaşmaz, Les Let trees Françaises, Bitmeyen Kavga (Steinbeck), Free Bu lgarie, Jcunesse Populaire, L’ Humanite, La Roumanie Nouvelle, Nous Avons Choisi La Paix, Sovyet Ermenistam 1920-1945, Revue Romanie, 1949 yılına ait Les Partisans, Bulletins Hongrois Bureau Hongrois De presse, Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu faaliyetleri, 1 Mai-Mayıs, Bulletin de la Ohine, De La Morale Comuniste, Etudiants Du Monde, Five Years Of Hungarian, Güney Kore İşçilerinin Durumu, Hier Et Au Jourd'hui, İleri Jön Türklerin Mektupları, Le Spor Ouvrier Dans La Tchecos Lovaqui Le Partisans De La Paris, laVie Des Travailleurs, Le Plan Ouinguen- nal, Le Sport En Hongrie, La Reforme Scolaire En Tohe- coslovaquie, L Art Dans Romaine, M. Uykusuz-Karikatür (Almanca), Moyen Orient, Pour La Defense De La Paix, Report On The Work Of The IUS, Report On The Fight Of The IUS, Sur La Voie Guerre, Türkiye Gençlerine ve Öğretmenlerine Çağrı, The Labor Code Of The Romanian, Une Semaine En Hongrie, Vatan Cephesi İçin İleri Eylülcü Çocuk, World Students News, Yugoslav İşçi Sendikaları Konfederasyonu Nizamnamesi, Yugoslav Kadınları Antifaşist Cephesi, J. Stalin, Bulgaristan’da çıkan bilumum matbualar, Bugünkü Polonya, Deuxieme Congres Mondial Des Partisans, Dünya Barışseverler Komitesi’nin Mektupları, Dünya Gençlik Festivali, France-USSR, Fransa’dki Jön Türkler (Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine Yazılan Beyanname), İrticaa Karşı Atatürkçü Millî Kurtuluş İnkılâbı, İleri Jön Türkler Birliği’nin bilumum matbualar, La bulgarie, La Charte Des Nationes, L’Europe Et La Turqule, 13-19/11/1950 tarihinde toplanan sulh kongresi, Problems Of Socialist, Romanya ve Macaristan’da yayınlanan bilumum matbualar, Students for Building Up A New China, Students Fight For Freedom, World Congress Of The Defenders Of Pe-ace, 21 Unforgettable Days On The Covet Pnion, Enternasyonal Demokratik Kadınlar Federasyonu Bilumum Matbuaları, Les Tcmps Modemes, Polonya Basın Haberler Bülteni, Demirperde gerisinde yayınlanan bilumum matbualar. El İttihad ül Soviyeti, Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu Bülteni, İl Pienetta Russia, Midlle And Near East, Sıkıyönetimin İçyüzü, Barış Senin de Dâvandır, El Cumhur Ül Arabi, Harp Blokları, Türkiye ve Harp Blokları, Syndicates Yugoslaves, Aristo’nun Siyasî Prensiplerinden Dersler, Arts Antique Et Medievale, Anarohisme Ou Socialisme, Cahiers philosophiques, Etudes Sur Le Capital, İttihad ül Cumhuriyet İştirakiydi Soviyetiye. Karl Marx - Et Sa Doctrine, Kaptan Mihalis, La Vie Syndicale La Question Paysanne, Lenine, Pour L’union Socialistes, Syndicates Yuogoslaves, Socialisme Utopique, Litterature Sovietique, Labor Monthly, Aram Hatchaturian, El Nasır, Revolution Versus The New World, La Nouvelle Critique, Le Marxisme, Russie Faits Et Visage, Recherches İntemationales Du Marximes, Rus Halk Şairinin Plâkları, Sovict VVeekly, Stalin El Kadiyetül, World Trade Union Movement, Nouvelles Litteraires, Anthologie De La Poesie Russe, Che Des Amis En Afrique, Chinese Youth, De Talleyrand A Khrouchthev, Du Kolhoze Au Kibbouzt, Histoira Ilustre De La Russie, Management In Russia, Road To Revolution And Havana, Wake Up Cuba, Etudes Anticolonialistes, Economie Et Politique, Jeune Afrique, Nâzım Hikmet’e Ait 13 Şiirden Plâklar... (Listede adı geçen kitapların birçoğunun yazarlarının adları bildirilmediği için yazılmamıştır.)

Yasaklanmış kitapların sayısı gerçekte 1540 değildir. “Bulgaristan’da çıkan bilumum matbualar” bunlardan biridir. Oysa Bulgaristan’da bir değil, binlerce kitap çıkmaktadır.)

1966’dan sonra toplanan kitaplar:

İhtilâlin Özü-Mao Tse Tung, Marksizmin Kaynağı- Lenin, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim-Nâzım Hikmet, Çimento-Gladkov, Sosyalist Savunmalar-Marcel Viilard, Fidel Castro Konuşuyor L. Lockwood-F.R. Allemann, Çin Kurtuluş Savaşı-Mao The Tung, Toda Raba-Nikos Kazancakis, Köylü Meseleleri ve Sosyalizm- Lenin, Gerilla Harbi-Che Guevera, Mao Tse tung, Küba’da Sosyalizm ve İnsan-Che Guevara, Marksist Düşüncenin Temel Meseleleri-Plehanov, Sosyalist Felsefenin Temel Prensipleri-Georges Politzer, Yeni Demokrasi-Mao Tse Tung, Ya Hürriyet Ya Ölüm-Nikos Kazancakis, Bitmeyen Kavga- John Stcinbeck, Sovyetler Birliği’nde Sendikacılık- A. Verbine, Sosyalist Dünya Görüşü-H. Lefebvre, S.O.S. - Ercüment Behzat Lav, Sosyalist Türkiye-Ali Faik Cihan, Dört Hapisaneden-Nâzım Hikmet, Yeni Şiirler - Nâzım Hikmet, Seçme Yazılar-Lenin, Devrim Yazıları-Babeuf, Yazacağım-Âşık İhsani...

Bu liste 18/4/1966’da İçişleri Bakanlığından alınmıştır.

İşte bütün bunlar göstermektedir ki, bizim TİP milletvekilleri olarak Meclis’te karşılaştığımız insan malzemesinin “kalitesi’ asla bir rastlantı değildi. Tam tersine Türkiye’de burjuva iktidarının gelişme mantığının, onun anti-komünist karakterinin bir ürünüydü. Bu nedenle söz konusu milletvekilleri görevlerini iyi yapabilmek için kaba, saldırgan, cahil ve düşüncesizdi. Türkiye’de anti-komünizmin bir yerden sonra incelme şansı yoktu.

Aradan onca süre geçti. Şimdi ülkede “komünist” olduğunu söyleyen ve gerçekten öyle olan bir yasal parti de var ancak aynı kabalık, saldırganlık, cehalet ve düşüncesizlik devam ediyor. İşlerine gelmeyen noktada demokrasi, hoşgörü edebiyatını hemen bir kenara bırakıyor ve bildiklerini okuyorlar.

Yani, milletvekili olduğumda parlamentoda hissettiğim hava zerre kadar dağılmış değil...

Bugün parlamentoda bırakın komünistini, sol bir parti temsil edilmiyor. Kimilerine göre bu kitapta aktardıklarım mazi sayılabilir, artık Meclis’te böyle şeyler olmuyor, Türkiye de gelişiyor denebilir. Kanımca bu doğru değil. Kürsüden birbirine su fırlatanları, sinirlenince tabanca çekenleri, kadın milletvekillerine dahi ağza alınmayacak sözler sarf edenleri televizyonlardan izliyoruz. Daha geçenlerde bir milletvekili, “Meclise başvuruyorum” diyerek kafasını kürsüye yaslayıverdi. Görüldüğü gibi, özde pek az şey değişmiştir ve eğer Meclis’te TİP benzeri bir güçle karşılaşırlarsa bu adamların neler yapabileceklerini kestirmek hiç zor değildir.

Anti-komünizmin dünyada ve Türkiye’de kalitesizlik anlamına geldiğini hiç unutmamak gerekiyor. Belki Türkiye kapitalizmi son 40 yılda çok gelişti ama liberalizmden muhafazakarlığa, milliyetçilikten gericiliğe, sermaye düzeninin ideolojisi düşünce ve siyaset alanında herhangi bir ilerlemeye izin vermedi. Bu nedenle genç okurlarım kitapta yer verdiğim Meclis konuşmalarının bir bölümünü bugüne uyarlamakta hiç zorlanmayacaklardır.

Ne kadar hazin değil mi?..

Son söz

Bu bölümü yazarken, Meclis’teki partilerin bize karşı tutumunun, geçmişten gelen başka bir nedeninin olup olmadığını anlamak için, özellikle 1945-1969 yılları arasındaki siyasal döneme şöyle bir göz attım: Atatürk’ten sonra İsmet Paşa dönemi Demokrat Parti, Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir bölümü ve bu partilerden ayrılarak ortaya çıkan diğer partiler ve Meclis’in toplam çoğunluğunun önemli bir kesimi, o yıllarda (1965-1969), çığlık çığlığa üstümüze gelmelerinin başka bir nedeni daha ortaya çıkıyor. Bir halk deyimi vardır: “Babası koruk yemiş, oğlunun dişi kamaşmış” denir. Suçu babalar işliyor, çocuklara ise, bir anlamda, cezasını çekmek kalıyor!..

 

 

II. BÖLÜM

Anti-Komünizm ve ‘Amerikanomanyaklar’

“Amerikanomanyaklar” sözcüğü, İranlı yazar Rezvani’den Adalet Ağaoğlu’nun 1973’de Türkçeye çevirdiği romanın adından alınmıştır.

 

 

BAKANLIKLAR KURULU PROGRAMI GÜVENOYU GÖRÜŞMESİ

7 Kasım 1965

 

KİŞİLER

MEHMET ALİ AYBAR (T.İ.P.-İstanbul)

FERRUH BOZBEYLİ (Başkan-A.P.-İstanbul)

ABDURRAHMAN GÜLER (A.P-Çorum)

ALPASLAN TÜRKEŞ (C.K.M.P-İstanbul)

ÇETİN ALTAN (T.İ.P.-İstanbul)

SÜLEYMAN DEMİREL (Başbakan-A.P.)

 

SAHNE: Meclis kürsüsü.

 

MEHMET ALİ AYBAR- (...) Bizde uygulanan, kapitalizm, sömürge ve yarı sömürgelerdeki yeni şekildir. Bundan dolayı 19. yüzyıl kapitalizminin uygulanamayacağı beyanı anlamsızdır.

(...) Az gelişmiş memleketler, kapitalist yolu tuttururlarsa, ileri kapitalist memleketlerin uydusu (peyki) olmaktan kurtulamazlar... Hükümet programında sık sık “hür Batılı düzen”, “hürriyet rejimi” deyimleri geçmektedir. Bundan kasıt “Batılı kapitalist rejim”dir. Programda “vatandaş” kelimesiyle kastettiği “özel teşebbüs sahibi” olandır... Programda “fikir hürriyeti” konusu da Batılı demokrasi rejimine uygun değildir, düpedüz aykırıdır. “Zararlı cereyanlar” gibi müphem, sübjektif tavsiflerle fikir hürriyetini, politik ve sosyal akımları bastırmak, batılı demokrasi rejimiyle bağdaşmaz. Fikirler “zararlı”, “zararsız” diye tasnif edilemez. Bunun sadece kapitalist görüşü yanma alıp, tenkid kısmını engellemeye yönelmek ve bunu da Batı demokrasisi deyimiyle maskelemeye çalışmak, geri ülkelere has bir politika kurnazlığı olmaktadır. (...) Herkesin bildiği gibi, Türkiye, Atatürk’ün ölümünden sonra gittikçe hızlanarak Batı dünyasının nüfuzu altına girmiş ve uydusu hâline gelmiştir. Bugün Türkiye’de 35 milyon metre karelik vatan toprağı A.B.D.’nin egemenliği altında bulunmaktadır. (A.P. den şiddetli gürültüler, 'utanmaz herif’ sesleri... Sözünü geri alsın! sesleri, ayağa kalkıp bağrışmalar...)

BAŞKAN- Muhterem arkadaşlarım lütfen yerinize oturun. (“sözünü geri alsın” sesleri) Lütfen yeriniz oturun efendim. Kürsüde konuşulan hatibin sözü ancak başkan tarafından kesilir. (Soldan gürültüler) Başkanın da vazife yapabilmesi için ondan evvel vazife yapmaya kalkanların susması lâzım gelir. (C.H.P.ve T.İ.P. sıralarından alkışlar.) Sayın hatip, Türk Devletinin her hangi bir parçasının işgal altında olduğuna dair söylediğiniz sözü lütfen tavzih ediniz. (Soldan, geri alsın sesleri)

MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- Birleşik Amerika ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri arasında imzalanmış ikili anlaşmalar gereğince Türkiye’mizde bugün 35 milyon metre karelik vatan toprağı Amerikan üssü halinde bulunmaktadır.

ABDURRAHMAN GÜLER- NATO üssü olarak verilmiştir, Türkiye’nin Rusya’ya karşı müdafaası için. (soldan gürültüler)

ALPASLAN TÜRKEŞ- Komünizm konusu: Kendi temel kültür ve inançlarına bağlı tam bağımsız bir millî devlet ve millet olarak yaşama temel ülkümüzdür. Bağımsız millet varlığımıza, temel değerler sistemimize aykırı bulunan komünizme karşı yapılacak mücadeleye destek ve yardımcı olmak millî ödevimizdir. Komünizme karşı mücadelede ihtilât unsuru olan sefalet ve eşitsizlik şartlarının yenilmesini, sosyal adalet ve güvenliğin gerçekleştirilmesini temel tedbirler olarak görmekle beraber yeterli bulamayız. Komünizm memleketimizde gizli bir şekilde çeşitli konuları kurcalayarak ustaca tahrikler düzenlemektedir. Komünizme karşı mücadelede birlik beraberlik olmak ancak komünizme karşı mücadelenin fikri ve söz hürriyetinin bir tahdit ve zincir haline getirilmesini de sakıncalı gördüğümüzü ifade etmek isteriz...”

ÇETİN ALTAN- (...) Onların (A.B.D), Türkiye’de otuz beş milyon metre kare arazisi var, arkadaşlarım bakıyorum heyecanlandılar. (A.P. sıralarından gürültüler) Bilmiyorlar meseleyi, 35 milyon metre kare Amerika’nın arazisi var. (Gürültüler, “ne demek o!" sesleri) NATO üssü değil, Amerikan Millî Savunma Bakanlığı’na bağlıdır. (Gürültüler, A.P., C.H.P. saflarından ayağa kalkmalar) (Gürültüler, çan sesleri)

BAŞKAN- Lütfen, Meclis çalışmalarını aksatamazsanız. İdare Âmirleri lütfen vazife görsünler. (Gürültüler; ayağa kalkmalar)

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Bu ikili anlaşmaları düşmüş bir hükümet imzalamıştır. (Gürültüler) Sayın İlhami Sancar burada, kendisi Millî Savunma Bakanı olarak gittiği halde bu üslere sokulmak istenmemiştir ve direnip girmiştir. Hiçbir zaman bir sosyalist yalan söylemez. (“Oooo” sesleri) Bir sosyalist, halkın aleyhinde söylemez. Neyi, niçin yalan söylesin sosyalist! Kendisinin bir çıkarı yoktur, kendisinin çıkarı, insanlığın çıkarıdır. Ama bir kapitalist kendi kazandığını söyler mi işçisine, vergisini saklamaz mı?

BAŞBAKAN (SÜLEYMAN DEMİREL)- Bir beyanın bütün vatan sathında vatandaşlarımızın kalbini kanatacağını düşünerek bir hususu vuzuha kavuşması için gerektiğine sahip olduğum için huzurunuza gelmiş bulunuyorum... NATO Savunma zincirini teşkil ve muhtemel taarruza karşı 15 milletin mukadderat birliği yaparak bir müttefike vâki tecavüzü bütün ittifaka yapılmış bir tecavüz telakki etmeleri, Avrupa’ya ve Türkiye’nin bulunduğu bölgeye müteveccih bir taarruzun vukuunu önlemiştir. Ne taarruzu bu? Komünist taarruzu. Hepinizin bildiği gibi İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’den Boğazlar, Kars ve Ardahan talep edilmiştir.

ÇALIŞMA BAKANLIĞI BÜTÇESİ 

23 Şubat 1966

KİŞİLER

ŞADİ PEHLİVANOGLU (A.P.- Ordu)

ALİ KARCI (T.İ.P.-Adana)

RIZA KUAS (T.İ.P.-İstanbul)

AHMET BİLGİN (Başkan vekili-M.P.-Edime)

YUNUS KOÇAK (T.İ.P.-Konya)

TARIK ZİYA EKİNCİ (T.İ.P.-Diyarbakır)

AYDIN YALÇIN (A.P.-İstanbul)

SÜLEYMAN DEMİREL (BAŞBAKAN-A.P.- Isparta)

SAHNE: Meclis Kürsüsü.

 

ŞADİ PEHLİVANOĞLU: (...) Bu Parlâmento kürsüsünden kendilerine Marksist ve Leninist fikirlerin izafe edilmesinden dolayı T. İşçi Partisi mensuplarının zaman zaman fazla heyecana kapıldıklarım müşahede etmekteyiz. Eğer bu heyecanları ithamların hakikatle ilgili olmadığından neşet ediyorsa, kendilerini bu şüpheden kurtarmaları gayet kolaydır. Gelirler bu kürsüden yüksek heyetinize T. İşçi Partisi’nin Marksizmin materyalist sosyalizmin karşısında olduğunu beyan ederler bu prensipleri reddederler, mesele kalmaz (soldan alkışlar  A.P.lilerden taraf). Dikkat buyurursanız, sıkıştıkları anda yalnız “biz ihtilâlci sosyalist değiliz” demekle yetinmektedirler, işin garip tarafı, bu sözlerine rağmen, T. İşçi Partisi mensuplarının Parlamento içinde ve dışındaki bütün yazıları ve sözleri Marksist ve Leninist

fikirlerin ve ihtilâlci sosyalizmin pervasızca müdafaasından ibarettir. Türk vatandaşları, T. İşçi Partisi mensuplarının sözlerini ve nutuklarını radyodan dinlerken, Doğu Berlin’deki Kızıl Radyo Enternasyonalin “Bizim Radyo” adı ile Türkiye’ye yapmış olduğu tevcihli neşriyat propagandası ile ayırt etmekte güçlük çekmektedir.

TARIK ZİYA EKİNCİ- Cevabını alırsın, iyi tanı!

ŞADİ PEHLİVANOĞLU- Düşmanları tanımak benim vazifemdir, sizleri de tanıyorum. Marx’a göre kapitalist çağda, iki sınıf karşı karşıyadır. Biri, diğerini öldüresiye istismar etmektedir. T. İşçi Partili sosyalistlerimiz de köy ağasının, toprak sahibinin ve kapitalistin işçiyi istismar ettiğinden başka şey söylememektedir. (T.İ.P. sıralarından “yalan mı?” sesleri)

Ayrıca İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, arz etmiş olduğum Marksist fikirlerine uygun olarak, bir gazetede yazdığı makalede aynen kendi cümlesi ile; mevcut partilerin hepsinde hâkim sınıfların yani yabancı sermaye ile toprak ağalarının ve toprağı elinde tutan mutlu azınlığın kurduğu (onların çıkarını koruyan teşekküller) olarak tavsiye etmekte ve bu istismardan kurtulmak için işçi sınıfının örgütlenerek bağımsız bir kuvvet olarak ortaya çıkmasını, devlet iktidarını ele geçirmesini ve içtimai bünyede (köklü dönüşmeler) yapılmasını müdafaa etmektedir.

Görülüyor ki, Mehmet Ali Aybar’a ve partisine fırsat düşerse, hain istismarcı gördüğü bugünkü parlâmentoyu teşkil eden bütün partileri kapatacak ve cemiyetin ana nizamını kendi hedeflerine göre kökten değiştirecektir.

Emekçilerin ve nasırlı ellerin temsilcisi olduğunu iddia eden bu mahut partinin parlâmentoya getirdikleri temsilcilerine dikkatlice bakarsanız bunlardan çoğunun nasırlaşmış ellerden vazgeçtik, bu ellerin hayatlarında evlerindeki çiviyi çakmak için dahi keser tutmadıklarının ve işçilikle hiçbir münasebetleri olmadığını kolayca müşahede edebilirsiniz. (A.P. sıralarından “bravo” sesleri, alkışlar) Esasen, son seçimlerde aldıkları reylerin menşeine bakarsanız, Türk işçisinin bunları kendilerinden kabul etmedikleri de meydana çıkar.

ALİ KARCI (Adana)- İşte bu yalan.

RIZA KUAS (Ankara)- Herkes biliyor ki, yalan söylüyor.

BAŞKAN- Sayın Karcı yerinizden üçüncü defadır müdahale ediyorsunuz. Rica ederim.

A.P. GRUBU ADINA ŞADİ PEHLİVANOĞLU (Devamla)- Son seçim istatistiklerine göre, İşçi Partisi Ankara’nın işçi merkezi olan Kırıkkale’den ancak 404 oy almış, buna mukabil Aristokratlar yatağı olan Çankaya’dan vilâyet dâhilinde en yüksek oy olarak 9 bin 204 oy almıştır. Yine aynı şekilde Zonguldak’ta çıkarcı zümrelerin müdafii olarak gösterdikleri A.P. ile İşçi Partisinin aldıkları oyu mukayese edersek, gerek İşçi Partililerin ve gerekse Marx’ın prensiplerinin temelinden yok olduğu ortaya çıkacaktır.

Zonguldak’ın 9 kazasından A.P. son seçimlerde 130 bin 60 rey almış, buna mukabil İşçi Partisi 3 bin 939 oy alabilmiştir. Tabiî bunların yarısı da işin farkında olmadan rey vermişti.

AYDIN YALÇIN- (...) T.İ.P.’in programı, temel felsefesi Türk Anayasasının ne ruhu ile ne metodu ile kabilitelif değildir...

Türkiye’de Anayasa komünizmi ve marksizmi yasaklamıştır. Binaenaleyh ya Anayasayı değiştirip marksist ve komünistlere de aynı eşit hakları vereceğiz veyahut da başka şekilde meseleye bakmak mecburiyetindey0iz.

Türkiye’de siyasî istikrarsızlıktan en fazla yararlanacak olan teşekkül komünist partisidir, komünistlerdir ve marksistlerdir.

Türkiye’de bugün asgari müşterekler üzerinde birleşmek mecburiyetindeyiz. Asgari müştereklerin hududu da her ne pahasına olursa olsun, birbirimizin fikirlerine ne kadar kızarsak kızalım, Türkiye’de hürriyet rejimini, etimizle, kanımızla, dişimizle müdafaa etmektir. (A.P. sıralarından bravo sesleri, şiddetli alkışlar)

SÜLEYMAN DEMİREL (...) Anayasamızı kolektivist bir düzenin Anayasası imiş gibi anlamaya çalışan T.İ.P ile; ferdi toplumun bir vasıtası, aracı ve malzemesi şeklinde anlayan T.İ.P. ile bizim aramızda hiçbir benzerlik yoktur...

T.İ.P. için söylenen bu kadar sözden sonra, ne cevap verdiğimiz merak edilebilir. Şöyle oldu: Grup olarak konuşmak istediğimizde bir “kifayet önergesi” verildi. Arkadaşımız Yunus Koçak, kifayet aleyhinde söz istedi:

YUNUS KOÇAK- (...) Türkiye İşçi Partisi aleyhinde, “radyo böyle diyormuş, o radyo tıpkı bizim gibi konuşuyormuş!” diyerek bizi ithama çalıştılar. O radyo bizim dediğimizi der yada demez, bu bizi bağlamaz. Biz ne diyoruz: Türkiye İşçi Partisi, Türk işçilerinin ve emekten yana aydınların, halkın, kanun yolundan iktidara yürüyen partisiyiz.

BAŞKAN- Sayın Koçak, siz Türkiye İşçi Partisi’nin inançlarının ne olduğunu söylemek için, müzakereler devam ederse, söz alır söylersiniz, sözünüzü mü keseyim yani.

YUNUS KOÇAK- Bir parti haksız yere, sebepsiz yere ve bilgisizce itham edilmiştir. Fikre karşı fikirle mücadele edilsin isteriz...

BAŞKAN- Vaktiniz tamam efendim, buyurunuz.

ŞADİ PEHLİVANOĞLU- Burası hapishane penceresi değil. Millet Meclisi.

YUNUS KOÇAK- Öyle ise sen de bilerek konuş. İşte arkadaşlar, bütün bu meselelerin apaçık ortaya çıkması için biz kifayetin aleyhinde bulunuyoruz.

BAŞKAN- Kifayeti oylarınıza sunuyorum, kabul edenler, etmeyenler, kabul edilmiştir.

 

Meclis Başkanı protokolde Cumhurbaşkanından sonra gelir. Dört yıl, Meclisi zaman zaman Meclis Başkanvekili sıfatıyla üç kişi yönetti: Bir perdelik bölümde baş kişi M.P.’li başkan vekili Ahmet Bilgin’dir.

25 Ocak 1967

KİŞİLER

AHMET BİLGİN (Başkanvekili-M.P.Edime)

TARIK ZİYA EKİNCİ (T.İ.P.-Diyarbakır)

BEHİCE HATKO BORAN (T.İ.P.-Urfa)

YUSUF ZİYA BAHADINLI (T.İ.P.-Yozgat)

MEHMET ALİ AYBAR (T.İ.P.-İstanbul)

KEMAL NEBİOĞLU (T.İ.P.-Tekirdağ)

 

SAHNE: Aynı. İki perde

 

BAŞKAN- Söz sırası Türkiye İşçi Partisi adına Sayın Hatice Hatko Boran’ındır.

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Yanlış söylüyorsunuz. Efendim. Lütfen tekrarlayın, lütfen tekrar ediniz.

BAŞKAN Yanlış söyledim, kusura bakmayın efendim, bu ayıp bir şey değil.

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır) Behice Hatko Boran, diye söyleyiniz.

BAŞKAN- Behice Hatko Boran, efendim, kafanıza iyi işlesin.

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Bundan böyle dikkat edersiniz.

BAŞKAN- Saygılı olun efendim. Söz sahibi bile itiraz etmiyor, sana ne oluyor efendim? (T.İ.P. sıralarından gürültüler ve ayağa kalkmalar)

Otur oturduğun yere, seni ilgilendirmez. (Gürültüler) Biraz saygılı olun Başkanlığa karşı.

Türkiye İşçi Partisinden bir milletvekili- Sizlerin de biraz milletvekillerine saygılı olmanız lâzım, aksi takdirde bunun kasıtlı olduğu anlaşılır. (Gürültüler)

BAŞKAN- Bu saygısızlık ifade etmez, yanlışlık saygısızlığı ifade etmez, itiraza davam ederseniz içtüzüğü tatbik ederim, görürsün gününü.

Efendim teşrif etmiyor musunuz, Sayın Hatko teşrif etmiyor musunuz? (A.P. sıralarından "Ne olmuş yani?" sesleri)

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Size ne oluyor. (Gürültüler)

BAŞKAN- Sayın Ekinci, burası mahalle kahvesi mi?

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Görün mahalle kahvesini. (Gürültüler)

BAŞKAN- Size bir ihtar veriyorum. Bir daha bağırın...

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Bana ihtar veriyorsunuz da öteki tarafa neden ihtar vermiyorsunuz? (Gürültüler)

BAŞKAN- Size bir daha ihtar veriyorum. Hadi bakalım. (Gürültüler) Başkanlık vazifesini her zaman yapar.

T.İ.P. GRUBU ADINA BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;

Sayın Başkan, ismimi daimi yanlış söylemeniz bir espri konusu ise eğer, lütfen hatırlatmak isterim ki, bu kadar çok tekrar edilen bir espri aşınmış oluyor ve tesirini de kaybediyor.

BAŞKAN- Siz kendi vazifenize, kendi konuşmanıza devam edin. Başkanlığı tahkir etmeye hakkınız yoktur.

T.İ.P. GRUBU ADINA BEHİCE HATKO (BORAN) (Devamla)- Hata bir kere olur. Her seferinde yanlış isimle çağrılınca elbette buna bir niyet aramak lâzımdır.

BAŞKAN- Hiçbir suiniyetin mahsulü yoktur. Bizde sizler gibi kötü zihniyet yoktur. (A.P. sıralarından alkışlar)

T.İ.P. GRUBU ADINA BEHİCE HATKO (BORAN) (Devamla)- Sizin niyetinizin ne olduğu başkanlık tutumunuzdan belli oldu, bundan evvel de...

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat) - Başkan mısınız? Kötü niyetli sizsiniz.

BAŞKAN- Oturun efendim yerinize. Kötü zihniyetli olmayan böyle konuşmaz. Otur yerine! (T.İ.P. sıralarından gürültüler) Başkanlığa itiraz etmeyiniz.

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Başkan, kötü zihniyetli sizsiniz. Sözünü geri al. (T.İ.P. sıralarından kürsüye doğru ilerlemeler)

MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- Sözünüzü geri alın, Türkiye İşçi Partisi’ne kötü niyetli dediniz. Sözünüzü geri alın, tashih edin, biz yerimize otururuz.

BAŞKAN- Oturunuz yerinize, size ihtar ediyorum, oturunuz yerinize, oturmuyor musunuz? (Gürültüler) İki celse sizi içtimadan men ediyorum. (Gürültüler)

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Kötü niyetli dediniz, Türkiye İşçi Partisine kötü niyetli dediniz...

BAŞKAN- İki celse içtimaa iştirak etmemesini oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler... Kabul edilmiştir. (Gütültüler)Buyurun efendim.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Müdafaa hakkı vermeden oya sunuyorsunuz, İç tüzüğe aykırı olur. (Gürültüler)

BAŞKAN- Bir kere müdafaa için kendisi söz almak istemedi. Siz de isteyemezsiniz, oylandıktan sonra olmaz, efendim. (Gürültüler)

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Müdafaa için söz istiyorum.

BAŞKAN- Oylandıktan sonra olmaz efendim.

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Tüzüğün âmir hükmüdür, söz vereceksiniz.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Size vazifenizi hatırlatıyorum. (Gürültüler)

BAŞKAN- Oturunuz diyorum size, oturmadığınız takdirde hepinize birden ceza veririm.

KEMAL NEBİOGLU (Tekirdağ)- Bu telâşınız nedir?

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Müdafaa hakkı istiyorum.

BAŞKAN- Müdafaa hakkını oylamadan evvel isteseydiniz.

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Müdafaa hakkı vermiyorsunuz, usulü çiğniyorsunuz.

BAŞKAN- Usulü çiğnemiyorum, siz zamanında söz istemediniz. Buyurun efendim dışarı.                 

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Kötü niyetli olan sizsiniz, kötü niyetli ve beceriksiz bir başkansınız. Başkanlık kürsüsüne yaraşmayan bir başkansınız. (Gürültüler)

BAŞKAN- Siz hiçbir zaman Meclise yaraşmayan bir insansınız. Buyurun dışarı. (A.P. sıralarından alkışlar, sağdan gürültüler)

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul)- Meclise yaraşıp yaraşmadığımı Türk Milleti tâyin eder, siz değil. Meclise yaraştığımı Türk Milleti tâyin etmiş benim... (Gürültüler)

BAŞKAN- Muhterem arkadaşlar, söz sırası İşçi Partisi Grubu adına Sayın Behice Hatko’nun, buyurun efendim. (Sağdan ‘‘Boran’ını da söyle" sesleri)

T.İ.P. GRUBU ADINA BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Bu celseye bir Başkanın haiz olması şart olan tarafsızlıktan yoksun, usulleri çiğneyen, partime hakaret eden bir başkan riyaset ettiği müddetçe konuşmayacağım. Başkan Ahmet Bilgin’in usulleri çiğneyen, taraf tutan, şahsıma karşı garazlı davranışı ilk değildir. Bu hareketini protesto ederek toplantıyı terk ediyorum ve bize yaptığı hakaretleri kendisine iade ediyorum.

(Türkiye İşçi Partisi milletvekilleri salonu toptan terk ettiler)

(Gürültüler)

BAŞKAN- Benim de Başkanlığa yaraşıp yaraşmadığımı Meclis tâyin etti. Buyurun dışarı.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Siz mantığınızı kaybettiniz, mantıksızca konuşuyorsunuz. (A.P. ve T.İ P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Mantıksız sizin gibi olur, böyle başkanlığa hücum eder... Buyurun dışarı. Yok mu İdare Âmirleri efendim? (Gürültüler) Celseyi 15 dakika tatil ediyorum. Çıkın dışarı.

 

T.İ.P. Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar ve 7 T.İ.P. Milletvekilinin, hükümet hakkında gensoru açılması için verdikleri gensoru

8 Şubat 1967

“T.İ.P. Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar ve 7 arkadaşının, hükümetin anayasa çizgisi gerisinde bir politika izlemiş olması sonucunda anayasaya karşı zihniyet, tutum ve davranışların son zamanlarda büsbütün yoğunlaşmış olduğu iddiasıyla hükümet hakkında bir gensoru açılmasına dair önergesi...”

BAŞKAN- Önergeyi okutuyorum:

Millet Meclisi Başkanlığı’na

Ankara, 2 Şubat 1967

(Özetle)

“Türkiyemiz ciddî bir rejim buhranı içindedir. Yıllardır yoğunlaşarak süren buhran, son zamanlarda had bir safhaya gelmiştir. Bunu görmemezlikten gelmek yada bunun nedenlerini doğru teşhis etmemek, sorumluları ortaya çıkarıp buhranın çözümüne çare aramamak, Türkiyemizin vahîm olaylara sahne olmasına yol açabilir.

(...) Tarih önündeki sorumluluklarımızın tam bilinci içinde, meseleyi vakit kaybetmeden huzurunuza getiriyoruz. Gensoru önergemizin bu şekilde anlaşılıp değerlendirilmesini rica ederiz.

Bugünkü anayasamız, tarihimizde yeni bir dönem teşkil eder. Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidarın (D.P.), milletin direnme hakkını kullanması sonucunda devrildiğini tescil eden anayasamız, aynı zehirli tohumların bir daha filizlenmeyeceği yeni bir düzenin kurulmasını öngörmüştür.

(...) A.P.’nin D.P. mirasçısı olarak ortaya çıkması, A.P.’yi 27 Mayısa karşı, silâhlı kuvvetlerimize karşı bir zihniyet, tutum ve davranış içine sokmuştur.

Beri yandan A.P. iktidarının çok samimî dostluk ve ittifak bağlarıyla bağlı bulunduğu Amerika’nın yurdumuzdaki halka malolarak hızla gelişen Amerika aleyhtarı akımdan ve sosyalizm akımından hoşlanmadığı bir gerçektir.

(...) Başbakanın asıl şikâyeti, demokratik hürriyetlerin, basın hürriyetinin, ilim hürriyetinin, sanat hürriyetinin ve emekçi kütlelerin örgütlenmesi hürriyetinin ve sosyal devlet ilkesinin anayasa tarafından sımsıkı teminata bağlanmış olmasıdır.

(...) ‘Sosyal devlet’ emekçi kütleleri koruyan bir devlettir... Emekçi halk, sınıf ve tabakaların hak ve hürriyetleri için mücadele etmek, onları örgütlemek, toplumda emekçi halk kütlelerinin ağırlığını koyabilmeleri için çaba göstermek anayasamızın bir emrini yerine getirmektedir.

Sonuç: Yukarıdan beri tafsile arz edildiği üzere, Demirel Hükümeti’nin anayasa çizgisi gerisinde bir politika izlemiş olmasının sonucunda, tutum ve davranışları son zamanlarda büsbütün yoğunlaşması, başbakan ve hükümeti sorumlu duruma düşürmektedir. Bundan dolayı hükümet hakkında gensoru açılmasına aracılığınızı dileriz.

T.İ.P. Grubu Başkanı ve 7 arkadaşı

Meclis’te uzun tartışmalar, sataşmalardan sonra gündeme başkandı. Mehmet Ali Aybar, önergeyi daha da geniş tutarak anlattı.

Öbür partilerin yanıtları:

C.H.P. GRUBU ADINA İSMET İNÖNÜ (Malatya)- Türkiye İşçi Partisi tarafından hükümete karşı verilmiş olan gensoru önergesini C.H.P olarak gerekli bulmuyoruz. Reddine oy vereceğiz... 

M.P. GRUBU ADINA HÜSEYİN ATAMAN (İstanbul)- Mukaddes vatanımızın ve anayasamızın bekçisi olan şerefli Türk ordusunu, politikanın içine çekecek tahrik ve teşviklerin yapıldığını üzüntü ile müşahede etmekteyiz...

A.P. GRUBU ADINA CEVAT ÖNDER (Erzurum)- (...)

Anayasanın öngördüğü “devlet” görüşü sadece A.P. programında dört başı mâmur olarak belirtilmiştir (...) Burada ifade edilen görüş, bir zümre diktasını öngören, Marksizme yol açan, anayasayı komünizme elbise olarak giydirmek isteyen, bu sebeple yüksek heyetiniz tarafından, gerekse büyük milletimiz tarafından asla ve kat’a terviç edilmeyen bir görüştür. (A.P. sıralarından alkışlar)

(...) Hemen izah edelim ki, anayasamız ne pembe renkte ne kıpkızıl bir anayasa değildir. Anayasamız, anamızın ak sütü bembeyaz, berrak renktedir. Bu anayasayı hiçbir kuvvet, hiçbir kimse velev ki millî bakiye dolayısıyla buraya kadar gelmiş olsa bile kızıllaştıramayacaktır.

(...) Aslında bu önerge bir cürettir, şimdiye kadar bilinen taktik ve metotlarla yapılan denemelerin yepyeni bir tecrübesidir.

(...) Anayasanın kisvesine bürünerek, bırakınız kırsınlar, bırakınız tahrip etsinler zihniyeti içinde Kropotkin’in, Varonin’in uşaklarına, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Mao’nun yardakçılarına karşı hazımsızız... (A.P. sıralarından "bravo” sesleri, alkışlar)

T.İ.P. GRUBU ADINA BEHİCE BORAN (Urfa)- (...) Bir komünist tehlikesi, hattâ sadece komünist tehlikesi değil, komünist ihtilâli tehlikesi alârmı yaratarak ortalığı toz dumana vermek meseleyi esas çizgisinden, esas mahiyetinden bu yöne kaydırmak ve böylece hazırlamakta olduğunuz, anayasaya aykırı antidemokratik kanunlara bir ortam yaratmak istiyorsunuz.

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL (Isparta)- (...) Fikirleri bizce ve milletçe malûm olan bir siyasî topluluk, bu kürsüyü bir propaganda vasıtası yapmak istemiş ve milletin bu kürsüsünü defalarca işgal etmiştir...

(...) T.İ.P. herkesçe malûm olan fikirlerini anayasanın himayesi altına almak istemektedir...

(...) T.İ.P. bir vehim içerisindedir. Önerge, bir suçüstü telâşının eseri olabilir...

(...) Türkiye’de açık veya kapalı komünizm propagandası yapmak hevesinde olanlar veya komünizmi müdafaa durumunda bulunanlar, millî menfaatlerimize aykırı bir davranışın içindedirler...

(...) Türk Parlâmentosu bütün vatanperver partileri, gelmiş bu kürsüye, sözünü söylemiştir ve bu Türk parlâmentosunun, Türk milletine gurur verecek bir hususiyetidir...

BAŞKAN- Gensoru üzerindeki konuşmalar bitmiştir. Gündeme alınmasını kabul edenler... (Yalnız T.İ.P. milletvekillerinin el kaldırması üzerine A.P. sıralarından "yuh” sesi duyuldu) Kabul etmeyenler, edilmemiştir...

 

 

İÇİŞLERİ BAKANLIĞI BÜTÇESİ KONUŞMALARI 

18 Şubat 1967

KİŞİLER

FARUK SÜKAN (İçişleri Bakanı, A.P.-Konya)

BEHİCE HATKO BORAN (T.İ.P.-Urfa)

ALİ KARCI (T.İ.P.-Adana)

KEMAL NEBİOĞLU (T.İ.P.-Tekirdağ)

SELLAHATTİN HAKKI ESATOĞLU (C.H.P.-Nevşehir)

YUNUS KOÇAK (T.İ.P.-Konya)

 

FARUK SÜKAN (A.P. İçişleri Bakanı) (Konya)- (...) Bunların (T.İ.P.) memleketin huzurunu, emniyetini, iktisadi kalkınmasını frenlemeye ve baltalamaya matuf hadiselere istikâmet vermek istediğini ve bunu kanunların boşluğundan bilistifade alışılmamış mefhumlar arkasında asıl maksatlarını söylememek gibi kanuni zaruretler muvacehesinde yürüteceğini arz ve ifade edeceğim...

Peşinen arz ederim ki, Türkiye’de komünist faaliyetleri ve komünist propagandası kanunen yasaktır. Anayasaya göre, 1961 Anayasasına göre 1924 Anayasasına göre de öyle idi, Türkiye’de sınıf hâkimiyetine müstenit bir nizam kurmak, mevcut nizamı bozmak ve tağyir etmek bu hususta faaliyet göstermek suçtur. Bunun propagandasını yapmak da suçtur.

Arkadaşlar, denebilir ki, Anayasanın bahşettiği fikir özgürlüğünden, vicdan ve kanaat özgürlüğünden ve hürriyetlerinden bilistifade Anayasanın teminat altına almış olduğu temel hak ve hürriyetlerden hareketle bu fikrî hareketler yapılmaktadır. Hattâ günün basın konusu olarak bâzı kıymetli yazarlar Türkiye’deki fikir hareketlerini, bilhassa aşırı sol mahiyetteki fikir hareketlerini birçok grup memleketlerinde olduğu gibi Marksist bir felsefenin ancak fikir hareketi olarak değerlendirilmesi iktiza ettiğini, bunun aksiyon olarak veya Anayasanın ve kanunlarımızın yasak ettiği propaganda mahiyetini alırsa bunların vesikaya istinat ettirilmesi suretiyle ancak bunun mürevviçlerinin veya bunları organize etmek durumunda olan teşekküllerin suçlandırılması iktiza ettiğini beyan ederler. Zannediyorum ki, benim bugünkü bu meseledeki mâruzâtım bu hususta kıymetli Meclise bâzı dokûman mahiyetinde ipuçları vermek olacaktır. Kaynak olarak şunları kullanacağım; 1960 senesinde Kasım ayında Moskova’da 81 komünist partisi temsilcisi bir toplantı yaptı. Bu toplantının neticesinde 6 Aralık 1960’da bir tebliğ neşredildi, Bütün dünya basınında da bu tebliğ inikâs buldu, Türkiye’de de fazla tefsirlere, maalesef arzu edilen şekilde tefsirlere mâruz kalmadı, Türk Parlâmentosunda da bu bildirinin mahiyeti açıklanmadı. Aynı tarzda Kanada’da intişar eden ve Kominform’un, Enternasyonal'in lağvından sonra, dünya komünist felsefesinin ve taktiklerinin, mahallî komünist teşkilâtına direktif organı durumunda olan dünya Marksist revüsünün 6 Mayıs 1965 tarihli Yakup Demir ve Halis Okan namı müstearlı iki zat tarafından Türkçe olarak Kanada’da neşredilen ve bir direktif mahiyetinde olan bir bildiri...

1960 yılın Kasım ayında Moskova’da toplanan 81 komünist partisi temsilcisinin imzaladıkları ve 6 Aralık 1960’da neşredilen bildiriden bâzı pasajlar:

“Bugün pek çok kapitalist ülkede öncüsünün rehberliği altında işçi sınıfının ve diğer halk kütlelerinin birleşmesi ve çeşitli partilerle kamu örgütlerinin işbirliği sayesinde iç savaşa girmeksizin Devlet idaresini ele geçirme ve temel üretim araçlarını halka maletme imkânına sahiptir. İşçi sınıfı halk çoğunluğuna dayanarak ve kapitalistlerle ağaları kollayan fırsatçı unsurları iterek gerici ve halk düşmanı kuvvetleri yenebilir, parlâmentoda çoğunluk sağlayabilir, parlâmentoyu burjuvaların çıkarlarını koruyan bir mekanizma olmaktan çıkarıp işçilere hizmet eden bir örgüt şekline sokabilir. Parlâmento dışı bir kütle mücadelesi başlatabilir, gerici kuvvetlerin mukavemetini ezebilir ve sosyalist ihtilale barışçı yollarla erişilmesi için koşulları yaratabilir. Her bir ülkede sosyalizme geçişin şekli o ülkenin tarihî şartlarına bağlıdır. Günümüzde sadece en ileri doktrin olmakla kalmayıp aynı zamanda kapitalizme karşı üstünlüğünü ispat etmiş ve gerçekte var olan bir sosyalist düzendir. Komünistlerin inancına göre demokrasi mücadelesi, sosyalizm mücadelenin bir parçasıdır. Bu mücadele işçi sınıfı ile bağların sürekli olarak kuvvetlendirilerek, bunlar, politik şuurlarının artırılması suretiyle olur.”

Şimdi Türkiye İşçi Partisinin Malatya’da yapılan İkinci Genel Kongre sonunda 24.11.1966 günü neşredilen bildirisinden bir pasaj okuyacağım.

“Türkiye İşçi Partisi İkinci Büyük Kongresi gerek politik, gerek ekonomik bağımsızlığın son tahlilde sosyalizmle gerçekleşeceğine ve Türkiye’de sosyalizmin genel sosyalist ilke ve gelişme kanunlarına dayanmakla beraber memleketimizin tarihsel şartlarına millî özgürlüklerine uygun millî bağımsızlığına kıskançlıkla bağlı ve aşağıdan yukarıya demokratik bir yoldan, yani örgütlenmiş emekçi sınıfların işbirliği, bilinçli, cesur çabası ile gerçekleşeceğine olan inancını teyid eder.”

Tamamen üslûp olarak, felsefe olarak benzerliklerini dikkat nazarlarınıza arz ederim.

Yine 1 Aralık 1966 günlü 8 sayılı Dönüşüm gazeteci için yapılan mülâkatta Sayın Mehmet Ali Aybar’ın verdiği beyanat:

“Sosyalizmin Türkiye’ye özgü tarih koşulları içindeki” -Hepsine özgü tarih koşulları içinde- “uygulanışına ve bu koşullar içindeki uygulanışın teoride değerlendirilmesinden meydana gelen Türkiye’ye özgü sosyalist teori eylem sistemine Türkiye sosyalizmi adını veriyoruz...”

BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Bağımsız ve millî...

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)-

Gerçekten Türkiye’nin bir millî kurtuluş savaşı verdikten sonra bugün ikinci bir millî kurtuluş mücadelesi içinde bulunması halkımızın Osmanlı tipi ceberrut devlet anlayışı ve yönetimine karşı olması ve oy hakkına kıskançlıkla sahip çıkması halktan yana sosyalizme açık bir Anayasanın varlığı gibi etkenler Türkiye’de sosyalizme alelade uygulanış özelliklerinden ötede bir nitelik kazandırmaktadır. Türkiye sosyalizmi teori ve eylem olarak İşçi Partisinin millî bağımsızlık, emekçi halkımızın horlanma ve sömürülmeden kurtulması Anayasanın eksiksiz, tastamam uygulanması yolunda beş yıldır vermekte olduğumuz mücadele ile kurtulmaktadır. Türkiye sosyalizmi oluş halindedir. Bu oluş yukarıda işaret ettiğimiz doğrultudaki mücadelemizin teori plânına yansıması şeklinde belirmektedir. İkinci büyük kongremiz bu oluşun önemli bir aşamasını teşkil eder. Gerçekten büyük kongremizde bugüne kadar izlenen politikayı teyit etmek kapitalist tekeline karşı girişilen mücadele ile birlikte yürütülmelidir. “Bugün artık eskiden gerekmeyen bir sebat ve ısrarla her ülkede barış hareketinin kasabalara, köylere, fabrikalara, işyerlerine girmesi ve yayılması için uğraşmak lâzımdır” demek suretiyle bağımsızlık ve halkçılık ilkelerinin Türk sosyalizminin ana karakterini teşkil ettiğini tescil etmiştir. Türkiye İşçi Partisi sosyalizmi Anayasa çerçevesi içinde gerçekleştirmek azmindedir. Halka dayanan, halkın benimsediği ve halkın ağırlığını taşıyan demokratik bir sosyalizmi savunuyoruz. Bundan dolayı partimizi köye götürmek zorundayız...”

(T.İ.P. sıralarından müdahaleler)

Müsaade buyurun beyefendiler, müsaade buyurun.

1960 yılı Kasım ayında Moskova’da toplanan 81 komünist partisi temsilcilerinin tebliğinden bir pasaj daha arz ediyorum. Dikkatli tetkik buyurun, sizin ifadeniz, sizin diyalektiğiniz, sizin üslûbunuz değil, bu üslûp diyalektik oradan geliyor, siz onu aynen koyuyorsunuz, konuşuyorsunuz ve tatbik ediyorsunuz. 

(A.P. sıralarından “bravo” sesleri, alkışlar)

“Emperyalist saldırganların yeni bir dünya savaşına başlama çabalarını önlemenin artık zamanı gelmiştir. Dünya sosyalist kampı uluslararası işçi sınıfı millî kurtuluş hareketleri [siz de aynı şeyleri söylüyorsunuz] savaşa karşı olan bütün uluslar ve barışsever kuvvetlerin ortak çabaları ile dünya savaşı önlenebilir. Tarihte ilk defa olarak büyük ve örgütlenmiş kuvvetler savaşa karşı çıkmaktadır. Bugün dünyada bilim ve teknoloji dallarında önderlik eden Sovyetler Birliği barış yoluna büyük mânevi ve politik güç koyan tüm sosyalist kampı barışın korunması ile yakından ilgilenen barışsever Asya, Afrika ve Lâtin Amerika ülkeleri uluslararası işçi sınıfı ve örgütü ve en çok komünist partileri sömürgelerin ve bağlı ülkelerin millî kurtuluş hareketleri, dünya barış hareketleri, emperyalist savaş siyasetine katılmak istemeyen ve barış içinde beraberlik isteyen tarafsız ülkeler, barış içinde beraberlik fikri, gelişmiş kapitalist ülkelerde, burjuvazi sınıfının bir kısmı tarafından da benimsenmektedir.

Yeni bir dünya savaşı tehlikesine karşı mücadele hemen bugün başlamalıdır. Hidrojen ve atom bombaları yağana kadar beklenmemelidir ve bu mücadele her gün gücünü artırmalıdır, önemli olan vaktinde saldırganları önlemek, savaşa engel olmak ve savaşın patlamasına imkân vermemektir. Bugün barış uğruna mücadele etmek demek, gücü ve uyanıklılığı elden bırakmamak, bıkıp usanmadan emperyalistlerin politikalarını açığa vurmak, savaşa susamışların entrika ve manevralarına karşı gözleri açık tutmak, savaşı arzulayanlara karşı halkta haklı öfke uyandırmak, barış kuvvetlerini daha iyi örgütlemek, barış uğrunda kitle hareketlerimizi sürekli olarak kuvvetlendirmek ve yeni savaşlar istemeyen bütün ülkeler arasında işbirliğini geliştirmek demektir. Emperyalistlerin savaş üsleri kurdukları ülkelerde, bu üslerin kaldırılması yolundaki mücadeleyi hızlandırmak gereklidir. Çünkü bu tutum o ülkenin millî bağımsızlığını kuvvetlendirmek, egemenliğini korumak ve savaşı önlemek için şarttır.”

Şimdi Sayın Mehmet Ali Aybar’ın 1 Aralık 1966 tarih ve 8 sayılı Dönüşüm gazetesinde yayınlanan makalesinden pasajlar okuyacağım:

“Gerçekten ikinci büyük kongremiz, ikinci Millî Kurtuluş Mücadelesi sosyalizm için mücadeleden ayrı tutulmayacağını kesinlikle ifade etmiştir. Burada bir parantez açarak, Millî Kurtuluş Mücadelesi ile sosyalizmin kuruluşu arasındaki bağlılığı, kısaca da olsa, belirtmek isterim. Bu vesile ile Millî Kurtuluş Mücadelesi hakkındaki bâzı görüşlerin yanlışlığı da ortaya konmuş olacaktır. Millî Kurtuluş Mücadelesi antiemperyalist bir karakter taşımaktadır. Millî kurtuluş mücadelelerinin temel niteliği buradadır. Ancak antiemperyalist bir mücadelenin başarıya ulaşabilmesi, emperyalizmin yurt içindeki ortaklarına karşı da mücadele yürütülmesine bağlıdır. Birinci Millî Kurtuluş Savaşımızda bu nokta açık olarak görülmüş, gerek Birinci Büyük Millet Meclisi, gerekse Atatürk, savaşın emperyalizme ve kapitalizme karşı olduğunu ilân etmiştir. Fakat gerçekte kapitalizm ve feodalizm artıklarıyla mücadele edilmediği için, yani mücadele sosyalist açıdan büyütülmediği için zaferden 43 yıl sonra ikinci bir kurtuluş savaşı vermek durumuna düşmüş bulunuyoruz. Yakın tarihimizin bize verdiği bu dersi sosyalistler aslâ dikkatten kaçırmamalıdır. Günümüzde emperyalizme karşı savaşı, sosyalizm için mücadeleden ayırt etmek mümkün değildir. Bu, tam bağımsızlığa kavuşmanın şartıdır. Millî Kurtuluş Mücadelesi, sosyalizm için mücadele ile birlikte yürütülür demek, şüphesiz Millî Kurtuluş Mücadelesini, yalnız sosyalistlerin yürüteceği anlamına gelmez. Millî Kurtuluş Mücadelesi, emperyalizme karşı olan bütün kuvvetlerin millî bir cephe kurmaları şeklinde yürütülecektir, fakat bu mücadele esnasında emekçi halk kütleleri sosyalizm için, köklü dönüşümler için mücadele ettiklerini bileceklerdir. Millî Kurtuluş Mücadelesi, sosyalist bir partinin demokratik öncülüğünde yürütülecektir. Böyle bir parti yoksa, bu takdirde sosyalistler millî mücadelenin sosyalizmin ışığı altında yürütülmesini sağlayacaklardır. Sosyalist Partisi Millî Kurtuluş Mücadelesi esnasında emekçileri sosyalizm için eğitmeye, uyarmaya, örgütlemeye devam edecektir. Millî Kurtuluş Mücadelesini emperyalizme karşı ve Türkiye’nin tarih koşulları içinde Amerikan emperyalizmine karşı bir mücadele olarak görüp kabul ettikten sonra, bu mücadelenin başarısını sadece politik plânda tutmak, mücadeleye katılacak millî cephenin sınıfsal karakterini görmemezlikten gelmek, hele bu mücadeleye sosyalist bir karakter vermekten kaçınmak son derecede büyük bir hatadır. Biz bu hataya düştüğümüz içindir ki, 43 yıl önce birincisini kazanmış olduğumuz halde, bugün ikinci bir Millî Kurtuluş Mücadelemiz sosyalist teorinin ışığında ve sosyalist Türkiye İşçi Partisinin demokratik öncülüğünde yürütülecektir. Başarı bu şarta bağlıdır. Anti-emperyalist mücadelede millî cepheyi en geniş ölçüler içinde tutmak endişesi mücadelenin sosyalist karakterini ihmal etmemize yol açacak olursa, hiç kimsenin şüphesi olmasın, İkinci Millî Kurtuluş Mücadelemizi zafere ulaştırmak mümkün olamayacaktır. Millî Kurtuluş Mücadelesi millî burjuvazininki bizde yoktur veya ara tabakaların öncülüğünde yürütülürse bu sınıfların kurtuluştan sonra emekçi halk kütlelerini yönetimden uzaklaştırdıkları işçi sınıfının ve bütün emekçi sınıf ve zümrelerin çıkarlarına olmayan bir düzen yarattıkları ve giderek emperyalizmle yeniden ilişkiler kurdukları görülmektedir...”

Bu yeni taktik esas komünist stratejisi bakımından esastan farklı değil, her memleketin şartlarına göre, kendilerinin ifade ettikleri gibi, tarihî koşullarına, şartlarına göre yeni taktik kullanılmaktadır. O memleketin moral, mânevi durumu, kanunî imkânları neye müsaitse taktik o tarzda ifade edilmektedir ve muayyen mefhumlar arkasında bu taktik yürütülmektedir. Türkiye’de...

ALİ KARCI (Adana)- O sizin görüşünüz.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUKSÜKAN (Devamla)- Şunları hulâsa edeyim, ondan sonra konuşursunuz.

Türkiye’de yapılan taktik şudur: Sonradan komünizme dönecek olan sosyalizm hareketlerini, millî kurtuluş hareketlerini demokratik millî cephe ve bütün millî cephe adlı teşekküllerin kurulması hususu 1935 Komünist Partisinin 7’nci Enternasyonal Toplantısından sonraki bildiriden sonra 1960’ta Moskova’da 81 parti temsilcisinin şurada arz ettiğim ifadeleriyle yine 1965 Mayıs ayında dünya Marksist Revüsünün Kanada’da Türkçe olarak Yakup Demir ve Halis Okan isimli neşriyatı ile ortaya konmuştur ve tatbikatı da, düşman istilâsından kurtarmak için ikinci millî savaş yapacağız, gayet tabiî siz bu savaşa devam edeceksiniz sonuna kadar, çünkü sizin istediğiniz bilimsel sosyalizm, yani ihtilâlci sosyalizm... Başka sosyalizm kabul edemiyorsunuz..

ALİ KARCI (Adana)- Nereden çıkardınız?

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Söyleyeceğim beyefendi, beni sabırla dinleyin.

BAŞKAN- Efendim, karşılıklı görüşmeyin. Sayın Bakan sizden de istirham edeceğim, hitabınız Heyeti Umumiye olsun.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Kıymetli arkadaşlarım, Türkiye’de sosyalizm hareketleri Garplının anladığı mânada demokratik sosyalizm olarak Türkiye’de ne fikriyatı, ne de tatbikatı yapılmamaktadır. Türkiye’de Garp memleketlerinde, Willy Brandt’in anladığı mânada Guy Mollet’in anladığı mânada, Gcorge Braun’ın anladığı mânada sosyalizm değil, son Alman Hükümetinin hükümet programında belirtilen tarzda sosyalizm değil, ama tek bir sosyalizm, revizyonist sosyalizm ve yahut da ihtilâlci sosyalizm... Bunun bütün dokumanı ve menşei de şu biraz evvel arz ettiğim vesikalarla gayet sabit olarak görülmektedir. Eğer arkadaşlarımızın kendi fikirleri olmuş olsaydı, kendi inançlarının ifadesi ve mücadelesi olmuş olsaydı, gayet tabiî bunu hürmet ve saygı ile karşılamak ve Anayasanın bahşettiği haklar ve hürriyetleri, bu zaviyeden mütalâa eden insanlar olarak, fikirlerimizin başka istikamette olmasına rağmen hürmetle ve takdirle karşılardık. Ama kendi fikirleriyle ilgisi olmayan, doğrudan doğruya başka istikametlerden, tamamen aynı sloganlarla, aynı diyalektik, aynı kelimeler, aynı üslup, ama kanunlar müsaade etmedi diye onları başka sloganlar ve mefhumların arkasına almak suretiyle, oradan aldıkları emir istikametinde propaganda ve tatbikat yapmaya her halde... (T.İ.P sıralarından gürültüler)

ALİ KARCI (Adana)- Böyle bir iddiayı reddederiz. Emir almaya siz alışıksınız, bizim rejimimiz açıktır. (T.İ.P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Efendim, müdahale etmeyin.

KEMAL NEBİOĞLU (Tekirdağ)- Bu şekildeki ithamlara müsaade edemeyiz.

BAŞKAN- Lütfen sakin olun efendim.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Freni patlayan otomobil gibi direksiyonunuzu kaybetmeyin. Hakkından emin olan insanlar, dâvasından emin olan insanlar, meşruiyet içerisinde bulunan insanlar bu kadar hassasiyet gösterip telâşlanmazlar... (A.P. sıralarından alkışlar)

KEMAL NEBİOĞLU (Tekirdağ)- Demagoji yapmayın, iftira ediyorsunuz.

ALİ KARCI (Adana)- Şu söylediğiniz şeylere siz de inanmıyorsunuz.

BAŞKAN- Sayın Karcı, istirham ediyorum, müdahale etmeyin efendim.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Doktor Şefik Hüsnü Eğimer isminde, Türkiye’de gizli Komünist Partisini kurmuş bir zat vardır, mahkûm olmuştur. Gizli Komünist Partisinin beyannamesinde verdiği emir şudur: Millî kurtuluş hareketleri ve millî cepheyi kurunuz. Cepheleşme hareketinin emirnamesi 6 Mayıs 1965 tarihinde Kanada’da Halis Demir ve Zeki Baştimar tarafından kaleme alınan, verilen direktifin Türkiye’de uygulanması 12 Kasım 1967 Kızılay hâdiseleriyle bizzat sizin neşriyatınız ve beyanlarınızla aynı şekilde tatbikat görmüştür. Aziz arkadaşlarım...

ALİ KARCI (Adana)- Kimse inanmaz, önce kendiniz inanmıyorsunuz. .

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Kanada'dan verilen talimat şu arkadaşlar: Millî demokratik kurtuluş cephesi teşkil ediniz. Bu bilhassa Türkiye içindir. Kanada’da Marksist dünya revüsünün üç tane makalesi çıkmıştır, Orta-Şark için. Türkiye’nin şartları Türkiye’de % 99 olan geniş halk kütlesinin Müslüman olması ve İslâm felsefesinin komünist hareketlere imkân vermemesi de nazarı itibara alınarak iktisadi gerilikten, iktisadi hızlı kalkınma hamlelerinin içerisinde bulunmasından bilistifade bâzı cahil ve bâzı imkânları zayıf olan halk kütlelerini muayyen istismar konusu yapmak suretiyle tahrik etmek, bunun içerisine kendi anladıkları mânada aydınları katmak ve bunu talebe kütlesi ve üniversite kütlesi içine sokmak ve devamlı hoşnutsuzluklar yapmak suretiyle emekçi halk yığınlarını örgütlemek gibi, fukara partisi gibi muayyen fakirizmin ve fukaralığın istismarını yapmak, onun edebiyatını yapmak suretiyle muayyen sınıfları diğer sınıf üzerine tahkim etmek ve onun üzerinde yeni bir nizam kurmak gayreti 12 Kasım 1967’de Kızılay’da ve Adana’da 13 Kasım günü cereyan eden hâdiselere sebep olmuş ve mahkemeye de intikal etmiş bulunmaktadır.

ALİ KARCI (Adana)- Adana’da tevkif edilen bir tane İşçi Partili var mı?..

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Var, dört tane.

BAŞKAN- Sayın Karcı, Sayın Karcı istirham ediyorum.

ALİ KARCI (Adana)- Yalan söylüyorsun, bir tane bile İşçi Partili yok.

BAŞKAN- Oturun efendim... Sayın Karcı istirham ederim. Sayın Karcı istirham ediyorum oturun efendim.

ALİ KARCI (Adana)- İçişleri Bakanı burada yalan söylüyor, bir tane İşçi Partili tevkif edilmemiştir, yalan söylüyor.

BAŞKAN- Rica ederim efendim, oturun, patırtı etmeyin böyle... Sayın Karcı, size bir ihtar veriyorum, lütfen oturun yerinize.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Gerek 81 komünist partisi temsilcisinin yaptığı toplantıda verilen Revüsünde verilen direktifte gerek Kanada Dünya Marksist Revüsünde verilen direktifte şu esaslar vardır: Tarım reformu yapmak, dış ticareti, bankacılığı halk eliyle kurup yine halk eliyle ve halk yararına işletmeyi istemek.

ALİ KARCI (Adana)- Yalan söylüyorsun.

BAŞKAN- Efendim her söze müdahale etmeyiniz, rica ederim.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Dönüşüm'e Mehmet Ali Aybar tarafından verilen beyanatta aynen mevcut bulunmaktadır.

ALİ KARCI (Adana)- Madenlerin millîleştirilmesinin istenmesini komünistlik olarak gösteriyorsunuz.

BAŞKAN- Sayın Karcı, her söze müdahale etmeye mecbur değilsiniz, istirham ediyorum yapmayın, böyle müzakereye devam edemeyiz.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN (Devamla)- Evet, zaten anladığınız mânada sosyalizmin karşısındaki her fikir hareketi sizin için gerici bir harekettir ve sizin için üzücü bir hâdisedir, huzuru kaçıncı bir hâdisedir. Çünkü siz dünyada bir tek tür, bir tek çeşit sosyalizm kabul ediyorsunuz. Sadun Aren Beyefendi de bu kürsüden beyan etmiştir ve bütün beyanlarında gerek partinizin resmî neşriyatı, gerek bu Parlâmento kürsüsündeki çeşit beyanlarınızda bundan gayrı bir sosyalizmi kabul etmediğiniz tevsik edilmiş ve tescil edilmiştir, bunun münakaşası yapılmaz.

ALİ KARCI (Adana)- Zatıâliniz toprak reformunun, petrol boru hattının...

BAŞKAN- Sayın Karcı istirham ediyorum, kürsüde konuşan hatibin söz hürriyeti vardır, buna müdahale edemezsiniz efendim, her şeyin bir usulü vardır.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKEN (Devamla)- “Sosyalist gelişmeler arttıkça millî burjuvazi gitgide yerli gericilerle ve emperyalizmle işbirliğine kayar fakat halk görür ki, eski ve yerleşmiş geriliği gidermenin yaşama şartlarını düzeltmenin en iyi yolu kapitalist olmayan bir gelişme şeklidir” denmektedir. Komünist partisinin tebliğinde olan kapitalist olmayan kalkınma yolu, Çetin Altan’ın kapitalist olmayan kalkınma yolundan bahsi... Bu kadar paralelizm, bu kadar müşabehet olur mu? Bir fikri, insanın kendisi tarafından inandığı bir fikir eğer sâdır olursa, her halde bu kadar müşabehet olamaz. Demek ki, orada ne söylenirse, burada anlamayan insanlar bulunabilir diye aynı şeyleri papağan gibi tekrarlamaz. Bunları ifade etmek mecburiyetindeyiz.

Beynelmilel komünizmin taktikleri icabı olarak yürütülmekte olan bu faaliyetlerden beklenilen gaye, ki, bu faaliyetler hemen bütün Batı ülkelerinde ve özellikle Orta Doğu’da tatbikat görmektedir, temel stratejide değişiklik yok, ama taktik olarak bu yürütülmektedir, millî cephelerin kurulmasını sağlamak, yabancı üsleri yok etmeye çalışmak ve yerini almak, deniz ve hava limanlarını, giriş ve transit hatlarını Batılılardan almaya çalışmak. Biraz evvel arz ettiğim taktiklere ilâveten bunların da Türkiye’de bugün aynı tarzda aşırı sol tarafından müdafaası yapılmakta ve yerleştirilmek istenmekte. Ve kanunların suç sayması hasebiyle bu gibi mefhumlar içerisinde bu tarzda komünizm taktiklerinin tatbiki yolunda propaganda yapmaktadır.

Yine aynı tarzda çeşitli gazetelerde maalesef mevcut demokratik parlamenter rejimin şekilci bir parlâmento olduğunu ve maddeci bir hürriyet ve anlayış içerisinde ancak bir cemiyetin iktisadi kalkınma ile her türlü mânevi değerlerin dışında, temel hak ve hürriyetlere dayanmayan bir hürriyet anlayışı içerisinde tâ komünist yazarların Fransız Bosse gibi müdafaa ettiği fikirler bugün evirilip çevirilip yine Türk efkârı umumiyesine sunulmakta ve yeni bir sınıf mücadelesinin temellerine doğru kayılmaktadır.

SELLÂHATTİN HAKKI ESATOĞLU (Nevşehir)- İsmi yanlış söylediniz.

A.P. PARTİSİ GRUBU ADINA İLHAMİ ERTEM (Edime)- Muhterem arkadaşlarım; elbette ki muhalefet tenkit etmek için gelecektir. Meselâ Sayın Raif Aybar konuşmalarını çok sert yaptılar. Buna karşılık Sayın Mustafa Uyar müstehzi bir eda kullandı. Ama bu iki tenkidin de ifade tarzı, taşıdığı mâna sureti katiyete T.İ.P’in konuşmacısına benzememektedir.

Muhterem arkadaşlarım, suçlar hakkında, artım nispetleri hakkında Sayın Bakan yeterli bilgi verdiler. Ben buraya girmeyeceğim. Yalnız bir hususa dikkatinizi çekeceğim. Çok üzüntü duyuyoruz, çünkü maalesef konuşmaların mihveri umumiyetle T.İ.P. üzerinde toplanıyor. Bu T.İ.P.’in lâyık olmadığı, bu memlekette taşımadığı kudreti vermek mânasına geliyor. Bunun için üzüntü duyuyorum. Ama öylesine bir tablo işlemektedirler ki, bunların hakiki maskelerini de ortaya koymak zaruretindeyiz. (T.İ.P. sıralarından gürültüler)

KEMAL NEBİOĞLU (Tekirdağ)- Senin maskeni de biliyoruz.

A.P. GRUBU ADINA İLHAMI ERTEM (Devamla)- Göstereceğim şimdi maskenizi, acele etmeyin.

Muhterem arkadaşlarım, bu kürsüde bir müddet evvel Sayın Genelkurmay Başkanından başlandı, yıkmak için yıpratmak için ne lâzım gelirse söylediler. Sözcüleri bir cümle sarf etti; ben yerimden müdahale ettim, Sayın Başkanlık dikkati celbetmedi; Türk Ordusunun aydın kadroları dedi. Muhterem arkadaşlarım, Türk Ordusunda kaç tane kadro vardır? Ne demektir aydın kadro? Bu, Türk Ordusunu bölmek değil de, kötü maksat taşımak değil de nedir? Bir. (T.İ.P. sıralarından gürültüler, bağırmalar)

İki; muhterem arkadaşlarım, siz zabıtları tektik edersiniz, bütün efkârı umumiye ve Yüksek Meclis önünde söylüyorum; eğer Sayın Behice Hatko Boran bu cümleyi sarf etmedi ise ben sözümü geri alıyorum. Eğer ordunun aydın kadroları demedi ise ben sözümü geri alıyorum.

BAŞKAN- Sayın Ertem, konu, İçişleri Bakanlığı bütçesidir, efendim. Geçmiş münakaşaları tekrarlamayalım.

A.P. PARTİSİ GRUBU ADINA İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Sayın Başkanım, bir tabloya geliyorum.

BAŞKAN- Lütfen efendim.

BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Tabiî aydındır, ordu aydındır. (Gürültüler)

YUNUS KOÇAK (Konya)- Ordu sizden çok aydındır, sizden çok daha ileridir,

BAŞKAN- Efendim, müdahale etmeyin, istirham ediyorum. Sayın Ertem, İçişleri Bakanlığı Bütçesi üzerinde son sözü aldınız, lütfen efendim. (Gürültüler)

YUNUS KOÇAK (Konya)- Zamiriniz böyle ortaya çıkar.

BAŞKAN- Sayın Koçak, rica ederim efendim, müdahale etmeyin.

A.P. GRUBU ADINA İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Hakikatler ağır olur, doğrudur. İki; Anayasa Mahkemesi Bütçesi daha iki gün evvel Yüksek Huzurunuzda konuşulurken Anayasa Mahkemesi kararı mevzuu bahsedilerek, Anayasa Mahkemesi hakkında burada söylenen ve kararın ne tarzda tenkit edildiği de yüksek, malûmunuzdur...

YUNUS KOÇAK (Konya)- Olabilir.

A.P.GRUBU ADINA İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Üç; burada bugün İçişleri Bakanlığı Bütçesi konuşulurken savcılar hakkında, valiler hakkında, zabıta hakkında söyledikleri meydandadır. Şimdi bununla ne yapmak isterler? Muhterem arkadaşlarım bir tek vakıayı ele alarak, falan adam böyle demiş, tarafların birinin görüşü, onu buraya getiriyorlar ve sonra çok feci, şu tabloları çizmeye çalışıyorlar. Bugün Türkiye’de jandarma süngüsü polis copu vardır diyecek bir tek vicdanlı insan var mıdır?

Biz başka partileri susturacakmışız, başka partilerin oy yolu ile iktidara gelmesini önleyecekmişiz. Sayın Yunus Koçak söyledi bunu. Hangi Türkiye’de, hangi Anayasa rejiminde muhterem arkadaşlarım? Eğer getirilen kanunlar ve yüksek tasvibinize mazhar olarak çıkan kanunlar Anayasaya aykırı ise Anayasa Mahkemesi orta yerde. O halde bugünün Türkiye’sinde muhalefet partilerini susturmak ve onların rey ile iktidarına mâni olacak tarzda kanun çıkarmak, bu kanunu uygulamak Türkiye’de mümkün müdür? Zaten böyle bir şey de mevzuubahis değildir. Ama bunlar demin de arz ettiğim sebeplerle memlekette kanunsuzluk, haksızlık olduğu temasını çizmek ve bu memlekette ne kadar yüksek dereceli millî müessese varsa onlara gölge düşürmek niyetindedir.”

 

Mehmet Ali Aybar’ın 1967 Bütçe Kanunu Tasarısı görüşülürken yaptığı konuşma ve tepkiler

27 Şubat 1967

KİŞİLER

MEHMET ALİ AYBAR (T.İ.P.-İstanbul)

AHMET BİLGİN (Başkanvekili, M.P.-Edime) 

İHSAN ATAÖV (A.P-Antalya)

YUNUS KOÇAK (T.İ.P-Konya)

RIZA KUAS (T.İ.P.-İstanbul)

AHMET ÇAKMAK (A.P.-Bolu)

ALİ İHSAN BALIM (A.P.-Isparta)

ŞEVKET BOHÇA (A.P-Kastamonu)

HAMİT FENDOĞLU (A.P.-Malatya)

TARIK ZİYA EKİNCİ (T.İ.P.-Diyarbakır)

YUSUF ZİYA BAHADINLI (T.İ.P-Yozgat) 

SÜLEYMAN DEMİREL (Başbakan, A.P.-Isparta)

SAHNE: Meclis kürsüsü

 

MEHMET ALİ AYBAR- (...) Sayın Maliye Bakanı, “ben bâsübadelmevte inanırım; bugün bu kürsüden Marx’ın ve Engels’in dirildiğini ibaretle seyrettim... Biz iktidarda kaldığımız sürece esir kamplarına müsaade etmeyeceğiz” şeklinde, asla ciddiye alınmayacak, demagojilerle cevap vermiştir.

Günler ilerledikçe sayın bakanların ve A.P. Grubu sözcülerinin, bize verdikleri cevapların, gittikçe daha boş olduğu, demagoji dozunun daha da arttığı görüldü.

Sayın İçişleri Bakanı da, I960’ta Moskova’da toplanan 81 komünist partisi temsilcisinin toplantısından sonra yayınlanan bildiri ile, Kanada’da yayınlanan bir derginin yazıları üzerinde durarak, bunlarla bizim beyan ve bildirilerimiz arasında paralellik olduğunu ileri sürmüş, “Oradan aldıkları emir istikametinde propaganda yapıyorlar” demiştir.

Bakanların üstü kapalı şekildeki kapatma tehditlerinden sonra, bâzı milletvekilleri de, Türkiye İşçi Partisi’nin kapatılmasını açıkça istemişlerdir.

Kısacası, Türkiye İşçi Partisi sözcülerinin bilimsel eleştirilerine A.P. iktidarı sözcüleri, artık iyice foyası meydana çıkan “Komünistlik” suçlaması ile cevap vermişler ve böylece bu bozuk düzeni sürdürme sorumluluğundan kurtulacaklarını sanmışlardır.

Mecliste 250 sandalyelik şişkin bir çoğunluğa sahip olan hükümet, 15 kişilik bir sosyalist grubun eleştirilerine dayanamıyor ve “Bu kadar çok muhalefet partisi iktidar olmayı zorlaştırıyor” diyerek, sosyalist muhalefeti susturma çareleri arıyorsa; bütçe eleştirilerine suçlamalar ve tehditlerle karşılık veriyorsa; bunun hiç şüphesiz hükümetin aczine ilişkin birtakım ciddî objektif nedenleri olması gerekir.

Gerçekten dünyanın hiçbir Parlâmentosunda, bütçe eleştirilerine, iktidarın muhalefeti suçlayarak karşılık verdiği görülmemiştir. Bu gibi manevralara ancak faşizme ortam hazırlandığı sıralarda rastlanır. 1922-1925 yılları arasında, Mussolini diktasını kurmak için bu yola başvurmuştur. 1933’te Hitler ve adamları, Reichstag’ta aynı oyunu oynamışlardır.

Demokratik denge kendi aleyhine dönmeye başlayınca, burjuvazi, demokrasiyi tatil etme ve iktidarını faşist dikta rejimiyle yürütme yolunu tutar. Demokratik dengenin burjuvazi aleyhine dönmesi, kapitalizmin zorluklarla karşılaşması; halkta uyanış hareketinin, sendikaların, sosyalizmin güçlenmesi demek olduğundan, burjuvazi bu gelişmeleri komünist ihtilâl hazırlıkları şeklinde göstermek bahanesini kolayca bulur. Hattâ tertiplere, kışkırtmalara başvurarak kargaşalıkları bizzat çıkartır. Kurduğu, silâhlandırdığı faşist örgütlerine saldırılar, suikastlar yaptırtır. Yangınlar çıkarttırır. Evet yangınlar çıkartır. Nazilerin, hatırlarsınız Reichstag’ı, solcuları suçlamak ve bertaraf etmek için, bizzat kendilerinin yaktığını biliriz. Kimi zaman din duygularını, kimi zaman milliyet duygularını sömürerek, şovence sömürerek orta tabakaları, işçilere, köylülere karşı kışkırtır. İmkân ve fırsat bulursa, orduyu da kendi paraleline çeker. İtalya ve Almanya gibi, kadroları aristokratik olan ülkelerde, ordu faşizmin kuruluşunda kesin bir rol oynamıştır.

Geri kalmış toplumlarda bu oyun biraz değişik şekilde oynanır. Bu ülkelerde milletlerarası ilişkiler, faşizmin kuruluşunda, gelişmiş ülkelere göre, daha ağır basar.

Geri kalmış ülkelerde, büyük toprak sahipleriyle büyük tüccarlar, bankerler ve montaj sanayicileri, hâkim sınıfı durumundadırlar. Bunlar çıkarlarıyla milletlerarası kapitalizme bağlıdırlar: Emperyalizmin aracısı ve ortaklarıdırlar. Ve genellikle emekçiler politik bir güç olarak ya hiç örgütlenmemiştir bu geri ülkelerde, yada örgütleri zayıftır. Bundan dolayı demokrasi varsa sadece şekilden ibarettir. Fakat buna karşılık sömürü içerden ve dışardan olduğu için, katmerlidir ve millî bağımsızlık fikri son derece canlıdır. Gençlik uyanık ve hareketlidir. Bu etkenler geri kalmış ülkelerde halkın hızla uyanmasını ve örgütlenmesini sağlar.

Halk uyanmaya ve demokratik haklarına sahip çıkmaya başladı mı, geri kalmış ülkelerin, emperyalizmin desteği ile ayakta duran kültürsüz, çıkarcı ve bencil burjuvazisi ile toprak ağaları, şeklî demokrasiyi bile imtiyazlı durumları için tehlikeli bulurlar. Hele dış borçlanmalar yetersiz olduğu ve ekonomik ve malî zorlukların baş gösterdiği dönemlerde, demokrasiyi büsbütün tatil edip faşizmi kurmaya heveslenirler. Bu iş için yabancı dost ve ortaklarının, yani emperyalizmin askerî desteğini de isterler. Emperyalist kuvvetler, ittifaklar ve anlaşmalarla zaten yurtta üslenmiş bulunuyorsa, bunlar davete lüzum kalmâdan yardımlarını esirgemezler. Hattâ millî kurtuluş ve sosyalizm akımı güçlenmeye başlayınca, emperyalistler içerdeki adamlarını, ortaklarını harekete iterler: Komünizm umacısı canlandırılır; dış tehlikeden söz açılır; demokratik hakların kullanılışı, hürriyet rejimini içerden yıkma teşebbüsleri olarak nitelendirilir; besleme dernekler, gazeteler, dergiler aracılığıyla iftiralar, yalanlar, suçlamalar, taşlı sopalı saldırılar, suikastlar başlar; hükümet tertiplere girişir: Düzme beyannameler, silâh depoları bile keşfolunur. İşçiler grev mi yapıyor; bastırmak için asker gönderilir ve grevi gizli komünist ajanlarının kışkırttığı ilân olunur. Gençlik örgütlerine ajan sokularak gençler birbirine düşürülür ve olaylar komünistlerin işi olarak gösterilir. Öğretmenler komünistlikle suçlanır; namuslu sendikacılar keza komünist olarak ilân edilir. Kim ki, üslerin temizlenmesini ister; kim ki ne şu devletin, ne bu devletin uydusu olmayalım, bağımsız yaşayalım der; kim ki, toprak reformu yapılsın, sömürgeye son verilsin, Anayasa eksiksiz tastamam uygulansın diye, yazar çizer, söyler; hepsi de komünistlikle suçlanır. Yürürlükteki faşist kanunlar az gelir; yeni yeni terör kanunları hazırlanır. Halktan, emekten yana bir parti varsa kapatılması yoluna gidilir. Militanlar, sendikacılar, yazarlar, karikatürcüler, hatta 15 yaşındaki çocuklar tevkif edilir, bu işe en uçtakilerden başlanır. Ve en uçtakiler yok edildikten sonra, sıra geride kalan en uçtakilere gelir. Tabiî bütün bunların, vatanı komünizmden korumak; demokrasiyi, hürriyetleri kurtarmak için yapıldığı söylenir. Ve bu işler enerjik bir yönetim istediğinden, çoğu zaman emperyalistlerle işbirliği eden bir komutan, bir subay hükümeti ele alır. Güney Vietnam’da faşizm aynen bu anlattığımız şekilde kurulmuştur.

(...) Malî sıkıntı içinde bulunan Demirel hükümetinin, Amerika’dan sağlanacak kredi ve yardım karşılığında, Vietnam’daki müşahitler heyetinin kadrosunu genişletmeye yanaşması ve Türkiye’ye, tarihin yazdığı ilk millî kurtuluş savaşını yapmış olan bu milletin evlâtlarını, kurtuluşları için savaşan Vietnamlılara karşı Amerikan emperyalizmi emrinde savaşa sokması, ihmal edilemeyecek bir ihtimal olarak belirmektedir. Her ne kadar basında gidecek heyetin aslâ savaşa katılmayacağı, sadece gerilla savaşının nasıl yapıldığını izleyeceği yazılmışsa da, hiç değilse Amerika’nın bu işte güttüğü asıl maksadın, bu olduğundan şüphe ettirecek sebepler vardır. Bir kere gerilla savaşı Amerikan karargâhlarından nasıl izlenecektir? Gerilla savaşını Amerikalılar yapmıyor ki. İkincisi, öteden beri bilindiği üzere Amerika müttefiklerinin Vietnam’da kendisine yardım etmelerini istemektedir.

Bir heyet gönderilmesinin bu yolda bir ilk adım olmayacağını, ilerde heyetin genişletilip daha aktif bir role sokulmayacağını, bir askerî birlik haline getirilmeyeceğini kim temin eder? Bu mülâhazalarla, Türkiye İşçi Partisi son derece tehlikeli gelişmelere yol açabilecek olan bu kararın kesinlikle karşısındadır.

Sayın milletvekilleri, oturduğu koltuğun sorumluluğunu idrakten âciz bir kişi, bizler için “Moskova’dan emir alırlar demiştir. Bu sözleri sahibinin yüzüne bir tokat gibi çarparım. (Gürültüler) Türkiye İşçi Partisi’nin yöneticileri kimseden emir alacak tiynette olmadıklarını, ömürleri boyunca ispat etmişlerdir. Ama kamuoyunun, daha dün denecek kadar kısa bir zamandan beri tanımaya çalıştığı bâzı kişiler hakkında, aynı hüküm verilemez.

(...) Kârü kisp peşinde olanların neyi, ne zaman, kime satacakları belli olmaz. (A.P. sıralarından “ne demek bu?” sözleri, sıra kapaklarını vurmalar) (T.İ.P. sıralarından “Başkan, niye müdahale etmiyorsun?” sesleri)

BAŞKAN- Siz sebebiyet veriyorsunuz, lütfen susun, rica ederim muhafaza edin. (Karşılıklı müdahaleler, gürültüler)Bağırmakla ne istiyorsunuz efendim? Lütfen susun, rica ederim, gürültüye sebebiyet vermeyin.

İHSAN ATAÖV (Antalya)- Burası T.B.M.M.’dir, Moskova kürsüsü değildir, lütfen sözlerini tavzih etsin.

BAŞKAN- Ataöv rica ederim oturun. (Gürültüler) (“Sözlerini tavzih etsin" sesleri) Lütfen oturun efendim.

YUNUS KOÇAK (Konya)- Anlamaya çalışın. (Karşılıklı müdahaleler)

BAŞKAN- Karşılıklı bağırmayın, muhterem arkadaşlar. Eğer gürültüye devam edecek olursanız celseyi tatil ederim. Açık söyleyeyim, lütfen sükutu muhafaza edin. Sayın Aybar siz de o cümleyi tavzih edin, tavzih edin Beyefendi.

T.İ.P. GRUBU ADINA MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- Tekrar edeyim Beyefendi: Kârü kisp peşinde bulunanlar... (A.P. sıralarından gürültüler, “Tavzih etmedi Sayın Başkan sözleri)

RIZA KAUS (Ankara)- Neyi tavzih ediyor, bir daha okusun bakalım, bunların anlama kabiliyeti kıtlaşmış.

BAŞKAN- Oturun rica ederim, sizin bağırmanızla anlamak kabiliyeti artacak mı efendim. Lütfen oturun.

T.İ.P. GRUBU ADINA MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- Kârü kisp peşinde olanların neyi ne zaman kime satacakları belli olmaz. (A.P. sıralarından gürültüler)

T.İ.P. dışardan emir alırmış. Dışardan beslenen komünistler varmış? (Gürültüler, müdahaleler)

BAŞKAN- Rica ederim susun; bu şekilde müzakere devam edemez. Oturumu kapatırım, lütfen dinleyin. (A.P. sıralarından kapat, kapat sesleri) Vakit kaybetmekten başka neye yarar oturumu kapatmak?.. Lütfen susun, neticeye varalım.

ALİ İHSAN BALIM (Isparta)- Amerikan kolejinde öğretmenlik yap, ondan sonra gel burada böyle konuş. (A.P. sıralarından “tavzih etsin" sesleri)

BAŞKAN- Rica ederim, biz şimdi vazifemizi yapıyoruz, siz de onun üzerine mütemadiyen yürümeyin efendim. Bu şekilde müzakere devam edebilir mi? Lütfen susun efendim.

Devam edin efendim, gürültüyü keselim.

T.İ.P. GRUBU ADINA MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- T.İ.P. dışardan alırmış: (Gürültüler)

BAŞKAN- Çok rica ediyorum efendim, bu şekilde devam edilemez müzakerelere. ("Tavzih etsin" sesleri) Ne yapalım biz de tavzih edin dedik? Beyefendi elimizde ne yetki var, ya celseyi kapatırız, ya ortadan kalkarız. Biz tavzih edin dedik, etmemiş ne yapalım. Başka bir çare bulun bakalım? (Gürültüler) Lütfen susun efendim, gürültüyle bu iş olmaz.

ŞEVKET BOHÇA (Kastamonu)- Haysiyetli insanlar açık konuşur, haysiyetli ise tavzih etmeye mecburdur? ("Tavzih etsin" sesleri)

BAŞKAN- Efendim, eğer böyle müdahaleler devam ederse celseyi kapatırım. Fazla bağıranlara da ceza vermeye başlarım. Lütfen susun. Bakın, açık söylüyorum, İçtüzüğü tatbik etmeye mecburum, beni mecbur bırakmamanızı sizlerden rica ediyorum. Susun, siz de devam edin, buyurun Sayın Aybar. ("Tavzih etsin" sesleri)

Rica ederim, biz tavzih etmesini istedik, bu kadar konuştu, icbar edecek elimizde kuvvet yok. Devam edin efendim.

HAMİT FENDOĞLU (Malatya)- Tavzih etmediği takdirde müdahale edeceğiz.

T.İ.P. GRUBU ADINA MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- Türkiye İşçi Partisi dışardan emir alırmış; dışardan beslenen komünistler varmış; komünistler bir ihtilâl hazırlığı içindelermiş... Peki ne duruyorsunuz baylar, ne duruyorsunuz? Elinizde belgeler vardır elbet, döksenize bunları ortaya. Hayır! Hiçbir delilleri, ispatları yoktur. Ama bu baylar söylerler bunları. Terör rejimi kurmak için söylerler bunları; halk uyanmasın diye söylerler bu yalanları.

Talihsizliği Türkiye’nin bugün sorumluluk yerlerinde bu gibilerin de bulunmasıdır.

Gene bu kürsüden Türkiye İşçi Partisinin kapatılacağı tehdidi savrulmuştur. (Gürültüler, müdahaleler)

BAŞKAN- Ali Rıza Bey lütfen siz de başlamayın. Başkanlık Divanına dâhil olan arkadaşlar hiç olmazsa yatıştırmaya çalışsınlar, rica ediyorum.

T.İ.P. GRUBU ADINA MEHMET ALİ AYBAR (Devamla)- Bu, Anayasa tadil edilecek demektir. Kimin haddine bunu yapmak! Kimin haddine Anayasayı tadil etmek. Türkiye İşçi Partisi’nin kimse kılına dokunamaz! (T.İ.P. sıralarından alkışlar) T.İ.P.’in kimse kılına dokunamaz.

Türkiye İşçi Partisi Anayasanın dışındaymış. “Anayasaya hayır demekte hayır vardır” diye propaganda yapanlar; bir avuç çıkarcının imtiyazlı durumları için Anayasayı engel olarak görenler; Anayasayı değiştirecek yeterli çoğunluğa sahip olmadıkları için yakınanlar Anayasa müesseselerine öteden beri şovenler, bu iddiada bulunuyorlar.

Baylar, özellikle sizlere hitap ediyorum, hükümet koltuğunda oturan baylar. Anayasayı sizlere çiğnetmeyeceğiz. (Gürültüler) Sizlerin mantığı ile hükümetler sandıktan çıkar; ama şunu iyi belleyiniz; Milletlerin tarihi sandıktan çıkmaz.

Akıllar başlara devşirilmelidir.

Biz de Adalet Partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine başvurabiliriz. Hem bizim delillerimiz geçerli şeylerdir, bu nokta unutulmasın. Ama biz sizin kapanmanızı değil, Anayasa sınırları içine girmenizi isteriz. Çünkü emekçi halkımızın her gün gözünden düşen, düşmeyen mahkûm olan bir partisiniz. Kaldı ki, toprak ağalarının büyük sermayedarların çıkarlarını savunan bir partinin, demokratik ortamda seçim mekanizmasının hakemliği ile günbegün eridiğini görmek zevkinden mahrum olmak da istemeyiz.

Türkiye İşçi Partisini kapatacaklarmış!.. Kimin haddine!.. Bunu başardıklarını farzımuhal bir an için kabul etsek bile, millî kurtuluş hareketinin, sosyalizm için mücadelenin duracağı, hattâ duraklayacağı düşünülebilir mi?.. Bu hareket, kaynağını tarihsel gelişmemizden almaktadır. Mücadele devam edecektir ve üstelik sizler “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidar” durumuna düşmüş olacaksınız. (Gürültüler)

Faşizm geçmeyecektir, baylar!..

Anayasayı koruyan kuvvetler sizden kat kat güçlüdür. Çünkü onlar, haklı bir dâvayı savunmanın yenilmez mânevi gücüne de sahiptirler.

Akıllar başlara devşirilmelidir!

Türkiye İşçi Partisini kapatacaklarmış!...

Hodri meydan!

Saygılarımla.

(Mehmet Ali Aybar Adalet Partililerin “yuh” sesleri ve Türkiye İşçi Partililerin alkışları arasında kürsüden indi)

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL (Isparta)- Yine T.İ.P. buraya geliyor, diyor ki, gayet celâlli ve büyük bir haşmetle diyor ki, “T.İ.P.”i kapatacaklarmış, hodri meydan diyor. Acaba kime meydan okuyor, kime?... (T.İ.P. sıralarından bir milletvekili: "kapatmak isteyenlere”) Anayasa Mahkemesine midir? Anarşinin ispatı bu. (A.P. sıralarından şiddetli alkışlar) Bunların hepsini Anayasa bağlamış bu meseleleri halletmiş.

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Tehditlere hodri meydan.

(A.P. sıralarından bir milletvekili: “Kes sesini hergele”)

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Hergele senin baban.

(Gürültüler)

BAŞKAN- Lütfen karşılıklı bağırmayın. Bağırınca ne oluyor sanki?

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Seviyenizi gösteriyorsunuz.

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL (Devamla) Görülüyor ki, Türkiye İşçi Partisi Anayasanın 57’nci maddesini okumamış. Eğer okudu da hodri meydan diyorsa aslında Anayasaya hodri meydan diyor, dediği bu.

YUNUS KOÇAK (Konya)- Hayır tedbirlere diyor, kuru tedbirler için diyor.

BAŞKAN- Yunus Koçak rica ederim, bir parçacık hiç olmazsa karşılık vermeyin. Siz konuşurken müdahale olmadı. Dinlemeye mecbursunuz efendim.

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL (Devamla)-Zabıtlarda var, isterseniz okuyayım, diyor ki; “T.İ.P.’i kapatacaklarmış hodri meydan! Saygılarımla.” Böyle bitiyor nutuk. Şimdi merci neresi, merci? Yani burada tecavüzü mercii yapamazsınız. Veyahut da yanlış mercie müracaat yapamazsınız. Anayasa tarif etmiş. Anayasa, parti kapatma işini Anayasa Mahkemesine vermiştir.

Şimdi bu sözcülerin bütçenin başından beri büyük bir rahatsızlığın, büyük bir kuşkunun bir nevi suçüstü haleti ruhiyesinin içerisinde olduğunu, bir telâşın, bir vehmin içerisinde olduklarını görüyoruz. Hiç merak etmeyiniz, Türkiye kanun devletidir. Kanunların içerisinde kalan eşit haklara sahip herkes kim kanunların dışına çıkarsa, Türk Devleti kanunlarını dışına çıkanı kanunların içerisine sokar. (A.P. sıralarından "bravo” sesleri, alkışlar)

 

Urfa Milletvekili Behice Boran ve 2 arkadaşının, Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasındaki ikili anlaşmalar konusunda Meclis Araştırması önergesi

12 Nisan 1967

KİŞİLER

BEHİCE BORAN (T.İ.P.-Urfa)

NURETTİN OK (Başkan vekili A.P.-Çankırı)

ÇETİN ALTAN (T.İ.P.-İstanbul)

MEHMET ALİ AYTAŞ (A.P.-İzmir)

İHSAN ATAÖV (A.P.-Antalya)

SELİM SARPER (C.H.P.-İstanbul)

SAHNE: Meclis Kürsüsü

 

BAŞKAN- İkili anlaşmalara mütedair verilmiş bulunan önergeyi yüce huzurunuzda okutuyorum:

“Millet Meclis Başkanlığı’na

Sayın Dışişleri Bakanının ikili anlaşmalarla ilgili olarak son zamanlarda yapmış olduğu açıklamalar endişe verici mahiyettedir. Nitekim bu açıklamalarda 24 ikili anlaşmanın metinlerinin hükümet elinde bulunmadığı ve anlaşma hükümlerinin “sınırını aşmış tatbikat” ve “hükümlerinin dışına çıkmış haller” bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, millî bağımsızlığımız ve egemenlik haklarımızın korunması bakımından son derece önemli ve vahim bir durumun mevcut olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, hükümetin mevcut durumu tamamiyle bilmediği de meydandadır. Oysa Büyük Meclis’in bu konuda tam bir bilgi sahibi olması hayatî bir zarurettir.

Bu itibarla, aşağıdaki hususların Anayasamızın 88’inci maddesine göre bir Meclis Araştırması konusu yapılmasına aracılığınızı dileriz.

1. Amerika Birleşik Devletleri ile memleketimiz arasında kaç ikili anlaşma vardır? Bunlar kimler tarafından ve hangi tarihlerde imzalanmıştır? Süreleri nedir?
2. Sayın Dışişleri Bakanının, metinlerinin mevcut olmadığını beyan ettiği 24 anlaşmanın hangi konulara taallûk ettiği ve uygulama durumlarına göre kapsamlarının ayrıntılariyle tespiti.
3. Bunların metinlerinin hükümet elinde bulunmayışının sebepleri nelerdir: Çalınmışlar mıdır? Kayıp mı olmuşlardır? Yoksa esasen yazılı olarak yapılmamışlar mıdır?
4. Elde bir metin olmadığına göre uygulamanın hukukî dayanağı nedir ve uygulamanın anlaşmaya uygun olup olmadığı neye göre denetlenmektedir?
5. Sayın Dışişleri Bakanı 6.1.1967 günlü Meclis konuşmasında anlaşma hükümlerinin “sınırını aşmış tatbikat” ve “hükümlerin dışına çıkmış haller” mevcut olduğunu belirtmiştir. Bu gibi tatbikat ve hallerin ve bunların sebeplerinin tespiti.
6. Sayın Dışişleri Bakanının A.P. Ortak Grubu’nda 30.3.1967 günü ikili anlaşmaların “en vahimi” olarak nitelediği ve Millî Birlik Komitesi tarafından imzalandığını ileri sürdüğü ikili anlaşma hangisidir? Diğer anlaşmaların vahamet noktaları ve dereceleri nelerdir? Bu anlaşmaların, gerek metinleri gerek uygulamaları bakımından bağımsızlığımız ve egemenlik haklarımızla ne dereceye kadar bağdaşıp bağdaşmadığının tespiti.
7. Metni dahi olmayan 24 ikili anlaşmanın devletler hukuku bakımından anlaşma sayılıp sayılmayacağının tespiti.
8. Sayın Dışişleri Bakanı, 6.1.1967 günlü Meclis konuşmasında “Hukuku düvele sığmayan hâdiseler” mevcut olduğunu ve bunları “ıslâh etmenin gayreti içinde” bulunulduğunu beyan ettiğine göre; metinleri mevcut anlaşmaların da, devletler hukuku bakımından muteber sayılıp sayılamayacağının tespiti.
9. İkili anlaşmaların akdedildikleri tarihte yürürlükte olan Anayasa hükümlerine uygun olarak yapılmış olup olmadıkları ve bugün de yürürlükte olduklarına göre 1961 anayasası açısından hukukî durumlarının tespiti.

Saygılarımızla.

Urfa                                            İstanbul                   Diyarbakır

Behice Boran                         Sadun Aren                             Tarık Ziya Ekinci

 

BAŞKAN- Muhterem arkadaşlarım, şimdi okunmuş bulunan önergenin müzakeresine geçmeden evvel görüşmelerin 15’er dakika ile tahdit edilmesini öngören bir önerge mevcuttur. O önergeyi okutuyorum:

(Önerge okunuyor.)

Sayın Çetin Altan buyurun.

ÇETİN ALTAN (İstanbul)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bâzı meseleler vardır ki, insan onu söyleyemez, yani ağzından öyle bir teklif çıkamaz. Meselâ, “ölü evinde dans etmek” teklif edilemez. Edilir de ne olur? Edilemez, yürekten gelmez, dudaklar bu teklifi telâffuz edemez.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- 15 dakikalık teklifler bunun yan yoldan konuşulmasını arzu etmemek eğilimlerinin bir yankılanmasıdır. Sizler istemiyorsunuz, Türkiye’de Amerika emperyalizminin tenkit edilmesini. Ya, bundan gizli çıkarlarınız vardır, tenzih etmek isterim hepinizi. (A.P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Rica ederim, hatibe müdahale etmeyiniz, rica ederim, müdahale etmeyiniz.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Bütün Batı basınında, bugün Avrupa’nın Amerikan sultasından çıkması istikametinde hareketler olmaktadır.

56 gizli anlaşmayı biz burada ortaya attığımız vakit, bendim yine konuşan, Başbakandan sonra. Millî Savunma Bakanı “yalan” diye bağırdı, zabıtlarda tespit edilmiştir. Şimdi Hariciye Bakanı bu anlaşmaların olduğunu kabul etmiştir. Hangisi yalanmış sözlerin? Mesele, bir başka yürekle eğilmektir dâvaların üstüne, bir başka yürekle. İnsanın içi sızlamalıdır. Memleketinin 35 milyon metrekarelik arazisi üstünde, kendisinin giremeyeceği bir yabancı bayrak dalgalanırken; içi sızlamalıdır. 56 anlaşmadan 24’ünün Hariciye Bakanlığı arşivlerinde bulunmadığı en yetkili organlar tarafından söylenirken, içi sızlamalıdır. Kendi kanunlarına aykırı olarak birtakım radyo istasyonları çalışırken içi sızlamalıdır.

Sayın Başbakanın da ifade ettiği gibi, bâzı anketlerin casusluklar için yapıldığı itiraf edilirken. Sayın Başbakanın kendisinin tamimi vardır resmî dairelere, “Amerikan uzmanlarının istediği anketlerin hepsine cevap vermeyiniz, cevap verirken dikkatli olunuz” diye.

Bir memleketin burada bilinerek veya bilinmeyerek hileli yoldan veya desise ile, Mustafa Kemal'in dediği gibi, satılık olup olmadığının meydana çıkmasıdır bunların konuşulması. 15 dakika konuşulsun. Nasıl insanın içinden gelir, nasıl dudakları bunu telâffuz edebilir, nasıl verebilir bu önergeyi? O önergeyi yazan kalem, nasıl çalışmış kâğıt üzerinde, bu iki satırı koymak için? Mesele 15 dakika meselesi falan değil. Burada bizim tutup saatlerce birtakım meseleleri konuştuğumuz olmuştur. Parlâmentoda bir memleketteki gizli anlaşmaların kaybolup olmadığını araştırma meselesinde konuşmaktan başka ne konuşulur? Ki, Amerikalılarla Türkiye arasında bu anlaşmalara ait bir mesele gelir, ya böyle bir şey yoktur, diyerekten bâzı arkadaşlar feryat ederler, sonra şaşırıp kalırlar. Çünkü anlarlar ki, vardır böyle bir mesele. Yahut da 15 dakika konuşulsun veya hiç konuşulmasın, vebal böyle 15 dakikalık önergelerle taşınmaz. Beş dakikaya indirin ne çıkar? Çünkü dünya kamuoyu dahi bilmektedir ki, Türkiye bugün Amerika’nın yanında eşit dostluk içinde değildir. Hangi eşit dostluk? Bunu söylerken, siz de biliyorsunuz ki, Amerika ile Türkiye eşit dostluk içinde değildir. (A.P. sıralarından gürültüler, "önerge ile alâkası yok” sesleri) Amerikan bayrağını... (Gürültüler)

BAŞKAN- Rica ederim efendim, onu ancak Riyaset taktir eder. Esasen Riyaset bakıyor ve takip ediyor, rica ederim.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Barış gönüllüleri burada 450 tane, dolaşmaktadır. Burada kazara ailenizden bir tanesine birAmerikan arabası çarpsa, Türk mahkemelerinde dâvasını yürütemezsiniz.

BAŞKAN- Sayın Altan, esasa girmeyin lütfen.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Bu meselelerin araştırılmasını teklif ediyoruz. Bu meseleler ayan beyan ortaya çıksın, şu memleketin bugünkü sahipleri olmanın verdiği sorumluluğu yerine getirelim diyoruz ve 15 dakika konuşulsun.

MEHMET ALİ AYTAŞ (İzmir)- Çok bile.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Beyefendi, siz satarlarsa memnun olursunuz. Gayet tabiî çok. Parasını zatıâlinize mi verecekler? Ayıptır böyle söylemek. “Çok bile...” Bir yabancı memleket, gelmiş memleketinize bayrağını çekmiş, çok bile...

BAŞKAN- Sayın Aytaş, rica ederim. Müdahale etmeyiniz, sizin hakkınız yok.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Gizli anlaşmalar... Çok bile... Peki beyefendi peki. Sizin bu anlayışınız karşısında konuşmak beyhudedir burada.

MEHMET ALİ AYTAŞ (İzmir)- Sayın Başkan, ne durumda olduğunu...

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Zatıâliniz bu memleketin ne durumda olduğunu...

BAŞKAN- Karşılıklı konuşmayın. Sayın Aytaş... Rica ederim efendim.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Sizlerden istirhamım 15 dakika meselesi değildir. Bâzı şeyler vardır teklif edilemez: Ölü evinde dans etmek gibi. Türkiye’nin Meclisine, bir yabancı devlet ile gizli anlaşmaların, üstelik de kaybolduğu iddiası ortaya çıkarılan bir meselede araştırma önergesi verilirse, orada 15 dakika, hiç konuşulmasın gibi sözler teklif edilemez, bu taleplerde bulunulamaz...

BAŞKAN- Sayın Altan hiç konuşulmasın teklifi yoktur.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Bulunursa tarih hepimize bakarak teessüf eder arkadaşlar, teessüf eder.

Benim sözüm bu kadar, beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim. (T.İ.P. sıralarından alkışlar)

BAŞKAN- Sayın İhsan Ataöv, önergenin lehinde, buyurun.

İHSAN ATAÖV (Antalya)- Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım, sanki bu memlekette doğmamış, bu memlekette yaşayanların kanını taşımıyormuş gibi, bu memleketin kurtuluşu, bu memleketin sınırlarında dalgalanan bayrakların hürriyeti uğruna şehitler vermeyen ailelere mensup insanlar gibi, bu kürsüde aziz vatanı işgal altında ilân edecek kadar sefalet, hiçbir zaman dile gelmemiştir.

BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Söz istiyorum.

BAŞKAN- Önergenizi izah mı edeceksiniz?

BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Evet.

BAŞKAN- O dahi talebe bağlıdır efendim. Önergeyi veren şahsa mutlaka söz verilir diye bir kayıt yoktur. Bu dahi taleple vücut bulur.

Buyurun.

BEHİCE HATKO (BORAN) (Urfa)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri,

İkili antlaşmalar meselesine ilk dikkati çeken, bu meseleyi ilk defa ortaya koyan T.İ.P. olmuştur. Muhtelif vesilelerle bu meseleyi Meclise getirerek ikili antlaşmaların bağımsızlık ve egemenlik haklarımızla bağdaşmayan yönlerini. Devletler Hukukuna uymayan niteliğini memleketimizin savunma ve güvenliği ve dünya barışı bakımından arz ettikleri tehlikeyi uzun uzun Mecliste izah etmiştir. Bu şekilde bir taraftan memleket kamuoyunu ve bir taraftan da hükümeti bu konuda uyarmaya çalışmıştır. Son zamanlarda bu uyarının az çok tesirini göstermeye başladığını görerek memnun olmuştuk.

Bütçe konuşmalarından önce, Dışişleri Bakanı Sayın Çağlayangil, ikili anlaşmaların çöpsüz üzüm olmadığını, Devletler Hukukuna aykırı hususları ihtiva ettiğini, ıslaha muhtaç bulunduğunu, tatbikatta antlaşma hükümlerinin dışına çıkıldığını söylemiş, yani, biraz evvel Adalet Partisi sözcülerinin ifade ettiğinin aksine olarak bu antlaşmaların eşitlik şartları altında olmadığını ve işlemediğini bizzat Adalet Partisi Dışişleri Bakanı kabul etmiş ve neticede de bundan dolayı bir ana anlaşma ile Amerika Birleşik Devletlerini müzakereye davet ettik demiştir. Hükümetin meselenin önemini nihayet kavramaya başlamış olmasından ve hiç değilse şu veya bu şekilde bir adım atmaya teşebbüs etmiş olmasından memnunluk duymuştuk. Ama son zamanlarda yine Sayın Dışişleri Bakanının yaptığı beyanlar ve gazetelerde çıkan bâzı haberler bu meselenin tekrar Meclisin huzuruna getirilmesi zaruretini ortaya koydu. 30.3.1967 günü Sayın Dışişleri Bakanı Adalet Partisi ortak grubu toplantısında yaptığı açıklamada, daha önce 54 tane olduğunu söylediği ikili anlaşmalardan, 24 tanesinin metninin dahi mevcut olmadığını belirtti. Bu kanaatimizce havsalanın alamayacağı bir durumdur. Nasıl olur 24 tane antlaşmanın metninin mevcut olmayışı? Buna ihmalcilik, umursamazlık, lâkaytlık, hükümet etmenin sorumluluğundan tüm yoksun olma diyebiliriz, daha çok şey söyleyebiliriz. Ama, bana öyle geliyor ki ne söylesek bu durumun niteliğini ve vahametini belirtmek bakımından kifayetsiz kalır. Madem ki elde bu antlaşmaların metni yok, nasıl oluyor da bunlardan antlaşma diye bahsedilebiliyor? Bir antlaşmanın mevcudiyeti nereden biliniyor? Madem ki yazılı metin yok, 24 tane olduğu nereden biliniyor?

Sonra uygulama neye göre yapılıyor, yazılı metin olmadığına göre, neye göre denetleniyor?

Böyle bir duruma müsaade etmek, en kısa terimiyle ayıptır. Bir hükümet için, bir devlet için haysiyetsiz bir durumdur. Elde antlaşma yok, karşı taraf söylüyor antlaşma var, onun için ben böyle yapacağım diye. Nasıl bir hükümet, egemen bir Devlet böyle bir durumu kabul edebilir, müsaade edebilir? Bizde metni olmayan bu antlaşmalar antlaşma olmaktan çıkarılmalıdır, antlaşma olmadığı ilân edilmelidir. Güya yapılmış olduğu söylenen, fakat metni olmayan bu antlaşmalara göre yapılan yürütmeler de derhal durdurulmalıdır.

Nihayet son günlerde gazetelerde bir mayın meselesi çıktı. Türkiye’nin bâzı sınır boylarını, bilhassa doğudaki sınır boylarını Amerika nükleer mayınlarla döşemiş. Her halde bu da bir ikili antlaşmaya göre yapılmıştır. Ve çok iyi tahmin edilir ki, şu metni mevcut olmadığı söylenen 24 antlaşmadan birisidir ve bunda da hükümetin haberi yoktur, nerede olduğundan haberi yoktur.

Şu noktaya da dikkatinizi çekmek isterim ki, bu mayınlar eskiden beri bildiğimiz alelade mayınlar da değildir, nükleer mayınlardır; Amerika’nın kontrolündedir bu mayınları hangi hallerde, ne zaman patlatacağı?.. Ve bunlar patladığı zaman, diğer mayınlar gibi sadece patlamadan mütevellit bir zarar meydana getirmeyecek, o bölgeyi radyoaktif hale yani yaşanmaz hale getirecektir. Bu mayınlar konusunda da Meclisin hiçbir bilgisi yok, hangi antlaşmaya dayandığını bilmiyoruz.

Bu yeni öğrenilen vakalar, eskiden beri bildiklerimize eklenince hani Amerikalılara Türkiye kanunları dışında tanınan imtiyazlara, egemenlik ve bağımsızlığımızla bağdaşmayan haklara, ikili antlaşmalara dayanılarak kurulmuş üstlere, bu üstlerdeki termo nükleer silâhlara, uçaklara, casus uçaklarına ve benzeri olaylara eklenince zaruri olarak şu neticeye geliyoruz ki, artık bu durum sadece hükümetin sorumluluğuna bırakılmaz. Millî Egemenliğin en yüksek mümessili olan Meclisin, bu hayatî konuya el koyması ve bir araştırma yapması gereklidir. İkili antlaşmalar kaç tanedir, hangilerinin metni yoktur, bunların kapsamı nedir, şartları nedir, uygulama ne şekilde olmaktadır? Bu hayatî konular artık tespit edilmeli ve açığa kavuşturulmalıdır. Bütün bu gerekçelerle Meclisin bu konularda bir araştırma açması hususunda karar verilmesini saygılarımla dilerim. (T.İ.P. Grubundan alkışlar)

C.H.P. GRUBU ADINA SELİM SARPER- (...) Bu 65’inci maddenin 3’üncü fıkrasını tekrar okuyorum:

“Milletlerarası bir antlaşmaya dayanan uygulama antlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ticari, iktisadi, teknik veya idari antlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce uygun bulunması zorunluluğu yoktur” diyor. Yani 65’inci maddeye bu istisnayı koymuş. Bu istisnanın konması zamanında Anayasamıza, ben Dışişleri Bakanı idim ve NATO Konseyi’nin Türk mümessilliğinden yeni dönmüştüm, birkaç ay olmuştu. Yakından alâkadar oldum. Onun için bu noktaya büyük Meclisin nazarı dikkatini celbetmekte şahsen fayda mülâhaza ediyorum.

Şimdi gerçekten askerî sır mahiyetinde olan noktaların açıklanmasını talep etmekte Meclis için bir fayda olmadığı gibi bâzı ahvalde, bâzı zararlar da husule gelebilir. Yani memleketin yüce menfaatleri ile telifi mümkün olmayabilir. Bunu tabiî umumileştirmenin ve bütün anlaşmalara teşmil etmenin imkânı yoktur ve zaten 65’inci maddenin 3’üncü fıkrasının delâlet ettiği mâna da budur.

 

C.H.P. İstanbul Milletvekili Orhan Birgit’in komünizmle ve onu yaymaya çalışan ajanlarla mücadele hususunda konuşması...

15 Nisan 1966

ORHAN BİRGİT (İstanbul)- Sayın arkadaşlarım, bilinmesinde, tekrar tekrar bilinmesinde fayda vardır:

Komünizme karşı olmakta iktidar partisiyle, iktidar mensuplarıyla beraberiz, müşterek bir cephe halindeyiz. (C.H.P. sıralarından alkışlar) Önemli olan, komünizmin akıllı düşmanı olabilmektir. Bu noktada sayın iktidar mensuplariyle ayrılıyoruz ve tartışıyoruz.

Nasıl mücadele edilebilir? Bu konuda birleşmemiz lâzımdır değerli arkadaşlarım. Bu mücadele, elbette her önüne gelene “sen komünistsin” demekle yapılmaz. Çamur atmakla yapılmaz ve yapılmamalıdır. Türk’ü Türk’e Müslümanı Müslümana düşürmekle komünizmle mücadele hiç yapılmaz, çünkü komünizmin başta aradığı faydalanma konularından birisi de budur arkadaşlarım. Sivrisinekle mücadeleyi nasıl sivrisineğin ürediği bataklığı kurutmakla yapmak lâzımsa, köylünün sağduyusuna yerleşmiş bir kırbaç hikâyesi var; kırbaçla sivrisinek öldürülmez. Kırbaçla şaklatırsınız, birkaç sivrisinek ya düşer, ya vınlayarak yanınızda dolaşır. Mühim olan bataklığı kurutmaktır. Komünizmle mücadelede de sefalet bataklığını, komünizmin gelişme ortamını kurutmak, ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu noktada zannediyorum bâzı iktidar sözcülerinin düşüncelerinden ayrılıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, demokratik, hür ve ileri bir Türkiye’yi canlarından çok sevenlerin, bu Türkiye’nin geri kalmışlıktan kurtulabilmesi için alınteri dökenlerin petrol ve maden konusunda, toprak reformu konusunda haysiyetli bir dış politika konusunda, sosyal adalet konusunda sarf ettikleri çabayı, iç politikanın kısır çekişmeleri arasında boğmak isteyip satılmış bir yabancı ajanın da aynı şeyleri tekrarladığını anlatmak isteyen yayınlar, bununla paralellik kurmak isteyen yayınlar başka yabancı ajanların işidir demiyorum, ama onların, sadece onların ekmeğine yağ sürer ve sürmektedir diyorum. Beynelmilel komünizmin, her şeyi, hattâ işine geldiği zaman kutsal dinî inançları dahi sömürmeye kalkıştığını, aslında bu inançları bozacak diye gördüğü için nurcuların arasında da çöreklendiğini bilmiyor muyuz?

Bizler Volga’dan esen rüzgârlara karşıyız. Tıpkı sizin gibi hep eşitsizliğin karşılığı sosyal adalet gibi toprak sevgisi gibi, haysiyetli bir dış politika gibi, petrol ve maden konuları gibi konuları birer set gibi Volga’dan gelen rüzgârlara dikerek karşı koymayı istiyoruz. İktidar...

BAŞKAN- Sayın Birgit, lütfen bağlayınız. (A.P. sıralarından gürültüler) Efendim müdahale etmeyiniz rica ediyorum. (A.P. sıralarından “müddeti bitti” sesleri) Efendim, Efeoğlu da sekiz dakika görüştü. Sayın Birgit, lütfen bitirin etendim.

ORHAN BİRGİT (Devamla)- İktidar, vatansever, şuurlu memleketçi muhalifleriyle uğraşacağına bugün altıncı ayını doldurmuş bir iktidar olarak sefalete, pahalılığa, işsizliğe ve daha nice meselelerimize karşı çare bulma görevinde olduğunu unutmamalıdır arkadaşlarım.

Milletin gerçek dertlerine sırt çevirmiş olmaktan vazgeçmelidir. Kendilerini bekleyen bir sürü iş vardır, bunlara eğilsin. Sadece Seçim Kanununu gündeme aldıracağım diye Başbakan buraya gelmesin. Meclisi toplamasın, dışarıda memleket işleriyle uğraşsın arkadaşlarım. Hepinizi hürmetle selâmlarım. (A.P. sıralarından gürültüler, C.H.P. sıralarından alkışlar)

 

C.H.P. Zonguldak Milletvekili Bülent Ecevit’in “Komünizmle Mücadele”nin yanlış uygulandığı hakkında konuşması

15 Nisan 1966

BAŞKAN- Sayın Ecevit buyurun.

BÜLENT ECEVİT (İstanbul)- (...) Aziz arkadaşlarım, Türk halkının komünizme karşı olduğunda şüphe yoktur. (C.H.P. sılalarından alkışlar) Fakat bilinçli bir halk neye, niçin karşı olduğunu bilmelidir. Fakat hoşuna gitmeyen, bâzı menfaat çevrelerini tedirgin eden bir reforma “komünizm” damgasını vurabilmek ve bunları halka öyle göstermek imkânını elde bulundurmak için halkı karanlıkta tutmak isteyenler vardır. Bir ülkede ancak halkın sağduyusuna, düşünce özgürlüğü içinde doğru yolu bulabilme yeteneğine inanılıyorsa demokrasi uygulanır. Demokraside hiç kimse, hele politikacılar, kendilerini halkın vasileri yerine koyamazlar. (C.H.P. sıralarından alkışlar)

Halkımızın, gerçekleri öğrenirse, dünya görüşü ve bilgisi genişlerse komünizm olacağından şüphe mi ediliyor ki, bu aşırı kaygı gösteriliyor ve bu vasilik ve baskı havasına gidiliyor? (A.P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Sayın Ecevit, lütfen bağlayın.

BÜLENT ECEVİT (Devamla)- Sayın Başkanım, konuşmamı Sayın Efeoğlu’nun konuşmasından daha kısa zamana sığdırmaya çalışacağım.

BAŞKAN- Lütfen efendim.

BÜLENT ECEVİT (Devamla)- Bunun dışında bâzı tiyatrolara yapılan baskıları geçen gün Suphi Baykam arkadaşımız burada belirtmiştir. O zaman hükümet İstanbul için, bu belediyenin bileceği iş demişti. Kitapçılara yapılan baskı için de belki bu, bâzı derneklerin veya milletvekillerinin işidir, bizi ilgilendirmez, diyebilir. Fakat bu türlü baskılar için ortamı bugünkü iktidar ve iktidar partisi ve hükümeti yaratmaktadır. Bu iktidarın Kültür Müsteşarı, kendi kanuni yetkilerini aşarak Devlet tiyatrolarında bir sansür memuru gibi davranmaktadır. Bunun hikâyelerini gazetelerde okumaktayız. (C.H.P. sıralarından alkışlar) Aynı kültür müsteşarı, milletvekillerine dağıtılan bir ilândan okuyoruz; 1962 yılında Mevlâna’nın yazdığı şiirler diye bir sahte vahiy kitabı yayınlayan kimselerin kitaplarını okullara ve Dışişleri Bakanlığı’na tavsiye etmektedir.

Aziz arkadaşlarım, iktidarın bu tutumu yüzünden kompozisyon ödevi dolayısiyle öğrenciler tevkif edilmekte, fenere kırmızı kâğıt dolayan gençler tevkif edilmekte, Beethoven’in Mozart’ın plâkları Rusya’dan geldi diye toplatılmaktadır. Halbuki bunun için mesnet olarak kullanılan kararname, propaganda niteliğinde plâklar içindir. Ve gene halbuki bu hükümetin Rusya’dan bu plâkların gelebilmesi kotalar yoluyla verdiği müsaade gene bir kararname olarak yayınlanmıştır. Aziz arkadaşlarım bu türlü mücadele bizi gülünç duruma düşürebileceği gibi Türkiye’de de komünizmin hafife alınmasına sebep olabilir. (A.P. sıralarından," Sayın Başkan, 10 dakika oldu" sesleri)

BAŞKAN- Sayın Ecevit, istirham ediyorum, lütfen bağlayınız.

BÜLENT ECEVİT (Devamla)- Konuşmamı bağlıyorum.

Her ülkede gizli, açık komünistler olabilir. Fakat bir ülkede gerçek demokrasi varsa, demokrasinin tabiî sonuçları olan sosyal adalet tedbirleri alınıyorsa o ülkede komünizmden endişeye yer yoktur. Çünkü dünyada hiçbir gerçek demokratik ülkede komünizmin oyla iktidara geldiği görülmemiştir. Ve hiçbir gerçek demokraside komünizmin iktidara gelmek için ihtilâl ortamı bulabildiği de görülmemiştir. Fakat bâzı demokrasilerde komünizm korkusu şişirilerek ve bir şantaj vasıtası yapılarak faşizmin iktidara geldiği yakın tarihimizde görülmüştür.

Aziz arkadaşlarım, sözlerimi bağlıyorum; çeşitli nedenlerle komünizme karşı olanlar vardır. Komünizme karşı olanların büyük çoğunluğu, bilinçli olarak onun karşısında bulunanlar komünist ülkelerde düşünce özgürlüğüne yer olmadığını bildikleri için komünist ülkelerde sanatın, tiyatronun özgür olmadığını bildikleri için komünist ülkelerde yayın özgürlüğü olmadığını biIdikleri için komünizmden nefret ederler. (C.H.P. sıralarından alkışlar) Komünizmden nefret ederler. Komünizmle mücadele diye bütün bu özgürlükler zedelenirse, kısılırsa toplumun, komünizme mukavemeti asıl o zaman zayıflamış olur. İşte bu iktidar partisi bugün hükümetiyle birlikte bu tehlikenin sorumluluğunu omuzlarında taşımaktadır. (C.H.P. sıralarından alkışlar)

 

Yozgat Milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı ile Kars Milletvekili Adil Kurtel’in, “Deniz kıyılarının, halkımızın ortak malı olması gerekirken birkaç yüz kişi tarafından yağma edildiği” iddiasıyla hükümetin sorumluluğunu tespit için gensoru açılması önergesi.

24 Ocak 1968

KİŞİLER

YUSUF ZİYA BAHADINLI (T.İ.P.-Yozgat)

ADİL KURTEL (T.İ.P.-Kars)

NİHAT KÜRŞAD (Bakan, A.P-İzmir)

SAHNE: Meclis Kürsüsü

 

BAŞKAN- Önergeyi okuyorum.

Millet Meclisi Başkanlığı’na

Türkiye topraklarından doğup yine aynı topraklar üstünde batan güneş; Türk topraklarından belirip, Türk denizlerine akan ırmaklar ne kadar Türk halkınınsa, Türk deniz kıyıları da aynı hak ve ölçüde Türk halkının olması gerekirken özellikle son yıllarda birkaç yüz kişi tarafından yağma edildiğini üzüntü ile görmekteyiz. Böyle bir yağmacılık dünyanın hiçbir ülkesinde ne görülmüş ne de duyulmuştur.

Bu durumu yakından gören ve bilen kişiler, kuruluşlar ve Türk basını yıllardır bu konu üzerinde durmakta, ilgilileri uyarmaya çalışmaktadır. Uyanık Türk halkı bu meselenin ardını bırakmayacaktır. Türk basınında bu konuda her gün yeni yeni haberler ve yazılar çıkmakta, ilgililer uyarılmak istenmektedir. Örneğin Yön Dergisi 10 Eylül 1965 tarihli sayısında “sahillerimiz tehlikede” adlı makalede Türk halkına ve A.P. iktidarına şöyle seslenmekteydi:

“İstanbul kıyıları çoktan kaybedildi. İstanbul halkı, denize girmek için saatlerce yol gitmek ve bir sürü para harcamak zorunda. İstanbul kıyılarının ancak yirmide biri denize girmek için halka açık! Önce saray mensupları kıyılara diktikleri köşkler ve yalılarla sahilleri kapatmaya başlamışlar, sonra hızla zenginleşen mutlu azınlık, kıyılara el koymuştur. Korkunç bir spekülâsyon ve kıyı arazisinin parsellenmesi hızla devam etmektedir. Hattâ İstanbul’un çok uzaklarında Bayramoğlu gibi özel mahalleler kurularak, sahil halkın yararlanmasına kapanmaktadır. Kumburgaz’da da durum farklı değildir. Yüzbinlerce İstanbullu, ancak yüksek paralar ödemek suretiyle birkaç plâjda denize girebilir. Yani İstanbul kıyılarının çok az bir kısmı halka açıktır. Fakat bu yerler dahi paralı olduğu için herkese açık değildir. Gerisini mutlu azınlık kapatmıştır.

Bu yüzden durumu az çok elverişli olan İstanbullular, denize girebilmek için Ayvalık, Marmaris, Alanya gibi yerlere gitmektedirler. Ne var ki buralarda da şimdi artan bir hızla kıyı yağmacılığı başlamıştır. Şahıslar ve emlâk firmaları, sahilleri kapatmaktadırlar. İşin daha tehlikelisi, turizm aldatmacasıyla yabancılar özellikle Alman Firmaları, sahillerimize el koymak için tertiplere girişmişlerdir. İspanya’da başarılı işler çevirdiği anlaşılan “Moos gruppe” adı altında çalışan bir Alman firması, Türkiye’nin Güney sahillerinde yatırımlara girişmek üzere çalışmalar yapmaktadır. Yabancı petrol şirketleri, kurdukları yerli paravan şirketler yoluyla, turistik tesisler kurma gerekçesiyle, kıyıları halka kapatmaya başlamışlardır. Mobil’in ekonomik egemenliği altındaki Aydın Baytok’un petrol şirketi bile, Mersin civarında bir köyü kapatmıştır. Yabancıların, kıyılarımızla ilgilendiğini gören Transtürk gibi bâzı ithalât ihracat firmalarının sahipleri dahi, sahil kapatma teşebbüslerine girişmişlerdir.

Şimdilik yabancıların, Türk kıyılarını doğrudan doğruya satın alması mümkün değildir ama yerli paravan şirketlerle bu işi yapmak mümkündür. Nitekim sahillerimizde depolama tesisleri kurmak isteyen yabancı petrol şirketleri, uydurma yerli şirketler kurarak bunu gerçekleştirmişlerdir. Fakat bu kadarı, sahillerimizi korkunç bir spekülâsyon konusu yapma peşindeki büyük milletlerarası emlâk firmalarını tatmine yeterli değildir. Bu firmalar, sahillerimizin 50 ilâ 100 yıl süre ile kiralanmasını dahi yetersiz bulmaktadırlar. Zira kıyı arazisinin mülkiyetini ellerine geçirdikleri takdirde sahilleri tam bir ticaret konusu yapacaktır, parselledikleri araziyi ona buna satarak milyonlar vuracaklardır. Türkiye’de de sözde turizmi teşvik gerekçesiyle, kıyı arazisinin yabancılara satılmasını plânlayan yetkililer mevcuttur. Bu yabancı avukat yetkililer, gerekli mevzuat değişikliğini sağlayabilmek için çeşitli dalavereler çevirmektedirler.

Türkiye’de mutlu azınlık, sahilleri halka kapama yolundadır. Bu iş yabancılara da açılırsa sahiller, bir yeni Riviera bile olsa halkın değil, yerli yabancı bir mutlu azınlığın Riviera’sı olacaktır. Bu durum mutlaka önlenmelidir. Yüksek Mimar Şevki Vanlı’nın ifadesiyle ‘... sınırlı olan kıyıların yavaş yavaş özel kullanışa açılarak, halkın küçük bir azınlığı tarafından kapatılmasına müsaade edilemez. Her 40-50 metrelik sahil şeridini birkaç kişinin, birkaç haftalık tatiline ayırırsak, 15-20 yıl sonra Ayvalık, Marmaris, Alanya gibi bugün için rahatlık sağlayan yerlerin de İstanbul’a benzeyeceğini bilmemiz gerekir... Denize girmek için Anadolu sahillerine giden İstanbullu, ileride bunu da bulamayacaktır.’

Turizm adı altında, tam bir mutlu azınlık yağması bahis konusudur. Bugün İstanbul’da, Caddebostan semtinde, halkı sahile götüren dar yolları kapatmaya ve hattâ denizin içinde tel örgü çekmeye kalkışan sahil yağmacısı kapitalistler bile vardır.

Sahil milletindir:

Kapitalist ülkelerde dahi deniz, nehir ve göller, özel mülkiyete konu teşkil edecek mallar niteliğinde olmadığından, bunlar üzerinde mülkiyet hakkı söz konusu edilemez. Denizler, göller ve nehirler, devletin ülkesinin bir parçası olup onun hüküm ve tasarrufunda bulunan kamu emlâkinden olduğu için bütün yurttaşların yararlanmasına açıktır. Ve devlet bu yararlanmayı sağlamakla yükümlüdür.

Meselenin ideal çözüm yolu, deniz kenarları ile denizi kolayca gören, denizden görülebilen sahil banklarının üzerindeki tesislerle birlikte kamulaştırılması ve halka açılmasıdır. Bu kaçınılmaz bir zorunluluktur ve eninde sonunda mutlaka gerçekleştirilecektir. Fakat hiç değilse şimdilik, hâzinenin ve belediyelerin ellerindeki kıyı arazilerini satmaları kesinlikle önlenmelidir. Özel şahısların elindeki kıyı arazisinin kullanılması, halkın denizden yararlanması esas tutulacak şekilde kontrol altına alınmalıdır. Sahillerimizin yabancılara satılmasına hiçbir zaman müsaade edilmemelidir.

(...) Özel mülkiyet haklarını kamu zararına kullanan ve ayrıca kamu malına açıkça tecavüzden de çekinmeyen sahil yağmacıları, karşımıza bazen da kulüp olarak çıkmaktadır. Aslında gene ufak bir zümrenin çıkarı uğruna, halkın kamu malından faydalanmasını engelleyen bu tip kulüplere, Adalar’ın hemen hepsinde, Yeşilyurt’ta, Fenerbahçede’de, Moda’da rastlanmaktadır. Erenköy’deki Marmara Yelken Kulübü, Moda’daki Lozan Kulübü ve Moda Deniz Kulübü bunun çarpıcı örnekleridir.

Sahillere karşı girişilen bu tecavüz, kanaatimizce memleketimizde iptidai bir kast sisteminin kurulması teşebbüsüdür. Herkesin malı olan denizi, bir avuç mutlu azınlığın inhisarına terk etmek, apaçık bir haksızlık olmakla kalmaz, sosyal çöküntüler de yaratır. Bu snobizm, pek çok genç insanda kısa yoldan mutlu azınlığın zevk ve debdebesine katılma eğilimi yaratacaktır. Kolayca imtiyazlılar arasına geçmek isteyenler arasında da, hiç şüphe edilmesin, daha çok sayıda fahişe daha çok sayıda vurguncu çıkacaktır.

Kanunlarımız, kamunun su kıyılarından yararlanma olanaklarının, kısıtlamamakla beraber, su kıyıları, hızla, varlıklı kişilerin tekeline geçmekte ve bu olayı önleyici hiçbir tedbir düşünülmediği görülmektedir.

Sosyal adalet içinde kalkınma çabasında bulunan yurdumuzda, bu önemli konunun bilimsel yöntemlerle ele alınması, çözüm önerilerinin değerlendirilmesi ve yeni bir düzenin getirilmesi gerekir.

İktisadi kalkınma plânlarının, sadece sorunlara değinen ve fakat bir ulusal fiziki plân içinde çözüm yolu getirmeyen niteliği, birçok konuda olduğu gibi, su kıyılarımızın da sosyal adalet içinde dengeli kalkınma yönünden geleceğini tehlikeye düşürmektedir. Halen su kıyılariyle ilgili olarak yapılan tek yönlü bir turizm plânlamasıdır. Özel teşebbüs eli ile yürütülen ve çeşitli kredi ve olanaklarla desteklenen bu uygulama, tek amaca yöneldiği için devamlı olarak kamu aleyhine bir gelişme eğilimi içindedir.

Su kıyıları sınırlıdır. Bunların artırılması ve yeni kıyılar yaratılması mümkün değildir. Bu alanlar üzerinde kamunun mutlâk hakkı vardır. Alınacak kararlarda bu nokta göz önünde tutulmalıdır. Anayasanın 38 ve 39’uncu maddeleri, gerek su kıyısı arsaları ve gerekse bu arsalar üzerinde kurulan özel işletme ve tesislerin kamu yararının gerektirdiği hallerde kamulaştırılmasını emretmektedir. Gene Anayasanın 36’ncı maddesi, mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olmayacağını açık olarak belirtmektedir. Şu halde su kıyılarından yararlanmada kamu yararını öngören bir düzeni kurmak aynı zamanda Anayasa gereğidir.

Dinlenme ve eğlenme ihtiyacı veya su kıyısında tatil geçirme tutkusu içindeki halk buralara çekilerek böylece büyük kârlar ve doğa nimetlerine ödenen para, halkın sırtına yüklenmektedir.

Ülkemizdeki sosyal sınıflar adına, bu sınıfların desteklediği siyasal iktidardan, kamu yararına yeni bir su kıyısı rejimini benimsenmesini, kıyı nimetlerinden bütün halkımızın sömürülmeden eşit haklarla yararlanmasını sağlamasını istemek amaciyle yapmış olduğumuz bu çalışmaların sonunda şunu kesinlikle söylemek istiyoruz: Tam bir yüzyıl önce, ülkemizde su kıyıları bütünüyle kamuya ait bulunuyordu.

Nüfusun artışı, haberleşme ve ulaşım araçlarının hızla gelişmesi güneş ve denizin insan sağlığındaki önemli rolünün anlaşılması yalnız kıyı şehirlerindeki halkın değil, uzaktaki halkın da hakkıdır.”

Sonuç:

Türk deniz kıyılarının, halkımızın ortak malı olması gerekirken birkaç yüz kişi tarafından yağma edilmesi gibi çok önemli bir konuda hükümetin sorumluluğunu tespit için, Anayasanın 89’uncu maddesi gereğince bir gensoru açılmasına aracılığınızı dileriz.

 

Yusuf Ziya Bahadanlı         Adil Kurtel

Yozgat Milletvekili              Kars Milletvekili

 

TURİZM VE TANITMA BAKANI NİHAD KÜRŞAT (İzmir)-Hemen ifade etmek isterim ki, önergenin muhtelif bölümlerinde ifadesini bulan turizm anlayışı, bizim için itibar görecek bir görüş değildir. Değil, Batı âlemine mensup turiste açık demokratik memleketlerde, komünist rejimle idare edilen ülkelerde bile, Türkiye İşçi Partisi’nin anladığı ve tavsiye ettiği hüviyette bir turizm anlayışı ve politikası uygulanmamaktadır. Bütün kıyıların birkaç yüz kişi tarafından yağma edildiği iddiası sadece iptida, bir demagojidir... Bu görünüşü ile önergenin, bir murakabe kastı ile değil, muhalefetin Meclis çalışmalarını aksatmak için açtığı obstrüksiyon kampanyasının bir icabı verildiği anlaşılmaktadır.

Önerge, elbette kabul edilmedi.

 

İki Türkiye İşçi Partili Milletvekilinin, Roma’da yapıldığı iddia edilen Komünist Toplantısı’na katıldığına dair verilenönerge

Ocak 1968

KİŞİLER

 

ATIF ŞOHOĞLU (Başkanvekili, A.P.-İstanbul)

İHSAN ATAÖV (A.P.-Antalya)

TARIK ZİYA EKİNCİ (T.İ.P.-Diyarbakır) 

ÇETİN ALTAN (T.İ.P.-İstanbul)

SÜLEYMAN DEMİREL (Başbakan-Isparta)

SAHNE: Meclis Kürsüsü

 

BAŞKAN- Muhterem arkadaşlarım, gündem dışı söz almak için müracaat eden arkadaşlarımız pek çok olduğundan, takdir yetkimi kullanmak zorunda kaldım. Kendilerine söz vereceğimi açıkça beyan ettiğim bâzı arkadaşlarımdan başka, veremeyeceğimi söylediklerim de vardır. Bugün sabahtan beri 15’i mütecaviz arkadaşımız hemen hemen aynı mevzu üzerinde söz istemek suretiyle Meclis’te bir mevzunun konuşulmasının istendiği anlaşılıyor. Aynı mevzu üzerinde çok arkadaşın söz istediğini göz önünde tutarak, söz veremeyeceğimi söylediğim arkadaşlardan da bazılarına söz vermek lüzumunu hissettim.

Bu itibarla, T.İ.P. adına, İtalya’da yapılan komünist partileri toplantısına Türkiye’den iştirak edildiğine dair basında çıkan haberler üzerine söz isteyen arkadaşlarımın önceliği olan Antalya Milletvekili Sayın İhsan Ataöv’e söz vereceğim.

Bu mevzuda Necati Güven, Ahmet Bilgin, Kemal Bağcıoğlu ve daha müteaddit arkadaşlar söz istemişlerdir, bir kişiye aynı mevzuda söz vermekle iktifa edeceğim.

Buyurun Sayın Ataöv.

İHSAN ATAÖV (Antalya)- Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım, Sayın Başkanımızın, Türkiye rejimiyle ilgili bir konuda, göstermiş olduğu hassasiyete ve bu konu üzerinde Yüce Meclisin enine-boyuna eğilme fırsatı vermiş olmasından dolayı kendilerine şükranlarımı arz ederim.

Aziz arkadaşlarım, Türkiye’nin Anayasası komünizmi ve komünistliği yasak etmiştir. Türkiye’de komünistler, senelerden beri bu yasağı nazara alarak, başka isimler altında faaliyette bulunmaktadır. Bilhassa şerefli haysiyetli Türk işçisinin adını isim olarak takmak suretiyle onun arkasında karanlık düşüncelerini, art emellerini ve memleket rejimini sabote etmek arzularını tahakkuk ettirmeye çalışmaktadırlar.

Sevgili arkadaşlarım. Yüce Meclis’in içerisinde bulunan siyasi partilerden bir tanesi; fertleri çeşitli zamanlarda Yüce Türk hâkimi tarafından komünistlik suçundan takip edilmiş, mahkûmiyet cezalarını çekmiş olmalarına rağmen, af ve âtıfet duygularından faydalanarak, bu Meclisin çatısı altına girme fırsatını bulmuşlar, burada sosyalist perdesi arkasında kıpkızıl bir komünist oyunu oynanmasına uzun zamandan beri başlamış bulunmaktadırlar. Bu perdeyi yırtmak, bu kişileri yüce millete takdim etmek yine kendilerinin vesile olduğu bir hâdiseyle ortaya çıkmıştır. T.İ.P.’in iki üyesi, yüce meclisin bu güzel sıralarında oturan iki parlamenter, İtalya’da yapılmakta olan komünist partiler kongresinde, Türkiye’yi temsil etmek düşüncesi ile, oraya gitmişlerdir. Türkiye’yi temsil etmek üzere oraya gidemeyecekleri, aslında Türkiye’yi temsil edemeyecekleri bir realitedir. Ama, hasbelkader üzerlerinde milletvekilliği sıfatı bulunan T.İ.P.’den bu iki arkadaşın İtalya’daki Komünist Partisi’nin kongresinde Türkiye komünistlerini temsil etmiş olmaları, bu partinin İşçi Partisi değil, kıpkızıl bir komünist partisi olduğunu tescil etmiş bulunmaktadır.

(A.P. sıralarından “bravo" sesleri, alkışlar)

Bu itibarla, bundan sonra Yüce Meclis huzurunda, millet huzurunda, her yerde “Türkiye İşçi Partisi değil, Türkiye Komünist Partisi” diye hitap edeceğiz. (A.P. sıralarından "bravo" sesleri)

“Türkiye Komünist Partisi”nin İtalya’daki toplantıya iştirak etmiş olması, geçen seneden beri bu kürsüde davranışları, İçişleri Bakanlığının takibatı sonunda ortaya çıkmış olan, ilgilileri ikaz etmek için İçişleri Bakanının bu kürsüden yapmış olduğu beyanlarını bu hareketleriyle tescil etmiş bulunuyorlar.

Türk Anayasası komünistliği reddettiğine göre, İtalya’ya gidip komünistlerle yan yana oturan, komünist sloganları savunan, komünist rejimi savunan bu insanların bu çatı altında yeri olmadığını ifade etmek istiyorum. 27 Mayıs Anayasasını savunanların, 27 Mayıs Anayasasını yapanların, 27 Mayısın arkasında koşanların komünistlerin bu hareketlerini tel’in etmelerini, nefretle lanetlemelerini, bu çatı altında bu komünistlerin barınamayacağını, Yüce Meclisin bütün grupları tarafından protesto edilmesini istiyorum. (A.P. sıralarından alkışlar, "bravo" sesleri)

Sevgili arkadaşlarım, T.İ.P.’i temsilen...

BAŞKAN- Sayın Ataöv lütfen bağlıyalım efendim.

İHSAN ATAÖV (Devamla)- T.İ.P.’i temsilen komünist memleketler kongresine iştirak edenler eğer, dışarıdaki İşçi Partililer olsaydı, meselenin üzerinde bu kadar durmaz ve Türk adliyesinin takip edeceğini düşünürdük, İşçi Partisinin Parlamentodaki temsilcilerinin Komünist Partisi toplantısına sureti katiyetle bizim komünizmi reddetmemize rağmen, milletvekilliği sıfatı taşıyan Türkiye Büyük Millet Meclisinin iki uzvunun Komünist Partisinin toplantısına iştirak etmiş olması elbette değerlendirmeye tabi tutulur. Bu bakımdan Meclis Riyasetinin vazifesini yapmasını, oraya giden bu arkadaşların hangi konuda çalıştıklarını, Komünist Partisine neler götürdüklerini, Komünist Partisinden bu memlekete neler getirdiklerini sorması gerekir.

Ayrıca, Türk savcılarının derhal takibata geçerek, Anayasanın yasakladığı bir suçu alenen ve bütün dünya önünde işlemiş olan bu kızıl komünistlerin peşine bir an önce düşmesi gerekir.

Sevgili arkadaşlarım, bugünden itibaren kanaatlerimiz ve düşüncelerimiz; Türkiye Büyük Millet Meclisinde adı İşçi Partisi olarak çalışan, şerefli Türk işçisinin ismini istismar eden komünist bir partinin bulunduğunun delilleri ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan, komünist partisini Türkiye’nin milliyetçi halkı, vatansever halkı Anayasası ile beraber her zaman reddetmiştir.

Bu kızıl insanların aramızda yeri olmadığını arz eder, Türk savıcılarını, Meclis Riyasetini vazifeye dâvet eder, saygılarımı sunarım. (A.P. sıralarından alkışlar)

ÇETİN ALTAN (İstanbul)- Söz istiyorum. (A.P. sıralarından gürültüler, “otur yerine" sesleri) Siz konuşacaksınız, ben konuşmayacağım, böyle demokrasi olmaz. (A.P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Muhterem milletvekilleri. T.İ.P. parti grubuna tecavüz vardır, iddiasıyla söz istemektedir, verdikleri takriri okutuyorum.

Başkanlığa

Grubumuzu ve partimizi hedef alarak, Sayın Ataöv tarafından yapılan konuşmada bize alenen tecavüzde bulunulmuştur.

İçtüzüğün 95’inci maddesi gereğince ve gündem dışı söz taleplerine müteallik dip nota dayanarak, grubumuz adına İstanbul Milletvekili Çetin Altan’a söz verilmesini rica ederim. Saygılarımla.

T.İ.P. Grubu Sekreteri

Tekirdağ

Kemal Nebioğlu

BAŞKAN- Buyurun Çetin Altan. (A.P. sıralarından gürültüler) 

EROL YILMAZ AKÇAL (Rize)- Usul hakkında söz istiyorum. (Gürültüler)

TARIK ZİYA EKİNCİ (Diyarbakır)- Siz tecavüz edersiniz, konuşma hakkı tanımazsınız, mert olun biraz, biz tek kelimeyle müdahale etmedik. (A.P. ve T.İ.P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Çok rica ederim, arkadaşlar. (Gürültüler)

Sayın Çetin Altan, tecavüzün hangi noktada olduğunu ve ancak o tecavüze müteveccih cevabınızı istirham edeceğim, beş dakikayı geçmemeli kaydıyla söz veriyorum. Aksi takdirde sözünüzü keserim.

T.İ.P. GRUBU ADINA ÇETİN ALTAN (İstanbul)- Sayın Başkanım, aynı ikaz partime yapılan tecavüz karşısında da vâki olsa idi, tabiî teşekkürüm iki kat olacaktı zatıâlinize.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Ataöv on dakika konuştu. (Gürültüler)

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Türkiye öyle bir ortama gelmiştir ki; kızıldır, komünisttir, bilmem komünist toplantısına gitmiştir, yeri yoktur filân... Bunlar havada kalmaya mahkûm olan şeylerdir. Bir kere adı geçen kongre komünist partilerin kongresi değildir. (A.P. sıralarından gürültüler) Koskoca bir iktidar partisinin elinde bu kadar bir meseleyi inceleme ve araştırma yetenekleri varken; kalkıp da demagoji yapması yersizdir. Akdeniz’deki ülkelerin anti-emperyalist eğilimli siyasi örgütlerinin ilerideki toplantısına ait bir ön toplantıya, Türkiye’nin sosyalist örgütü de davet edilmiştir. Türkiye’nin büyük bir iftihar payı bulabileceği davettir bu. (A.P. sıralarından "yuh” sesleri, gürültüler) Bir Akdeniz meselesi konuşuluyor, bir Kıbrıs meselesi var ve Türkiye ilk defa temsil ediliyor. T.İ.P sayesinde.

Şimdi İtalyan’ın “Parti Socialiste italien d’Unité proletarienne”i bir komünist partisi değildir. (A.P. sıralarından "komünist partisidir” sesleri) Değildir!

BAŞKAN- Arkadaşlar, lütfen müdahale etmeyiniz.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- “Union Socialiste d’Arabe”, Arab Sosyalist Birliği, BAAS, komünist partisi değildir. Bunlar, bizim katıldığımız Akdeniz bölgesinin demokratik ülkelerindeki demokratik teşekküllerdir. Her demokrasinin sosyalist kanadı vardır, hattâ komünist kanadı da vardır. Bu sosyalist kanatların, sol kanatların kendi aralarında yaptıkları toplantılara elbette ki demokratik ülkelerin partileri zaman zaman katılırlar. Demokrasi, yer yüzünde bu şekilde tecelli etmektedir.

O zaman ben size sorarım; Başbakan Sovyet Rusya’ya gittiği vakit Bakü tesislerine bakarak “Bizim gazetecilerimiz gelsin, bu tesisleri görsün ve övünsünler” demiştir, “Türkiye’de birbirleriyle uğraşacaklarına” demiştir. Komünist propagandası bu olmuştur. (A.P. sıralarından gürültüler)

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL (Isparta)- Yalan söylüyorsun.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Sovyetler Türkiye’de rafineri kuracaklar, iktidar partisi A.P. olduğu için, bunun herhangi bir demagojiye dönük bir yönü olmayacak. Ama, Türkiye İşçi Partisi Akdeniz ülkelerindeki ilerici siyasi örgütlerin ön kongresine davet edilince kızıl komünist, efendim maskesi düştü falan. Bu demagojilerle demokrasi yürümez. Elbette ki sosyalist taraf olacaktır. Bu sosyalist taraf, siz komünist deseniz de demeseniz de beş yüz dönümden fazla araziyi kimsenin elinde bırakmayacaktır; iktidara gelince. Bankacılığı da devletleştirecektir. (A.P. sıralarından şiddetli gürültüler, “Başkan müdahale" sesleri) İthalâtı, ihracatı devletleştirecektir.

BAŞKAN- Sayın hatip... (Başkan mikrofonu kesti) (A.P. sıralarından “bunun ne alâkası var” sesleri)

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Alâkası vardır. Sosyalizmin ne olduğunu hâlâ daha bâzı arkadaşlar anlamak istemiyorlar. Türkiye İşçi Partisi anti-emperyalist, Amerikan uşaklığını reddeden bir partidir. Aynı durumda olan partiler vardır, Avrupa demokratik ülkelerinde. Akdeniz’in emperyalizmini önlemek için bu siyasi teşekküllerin görüşleri vardır. Türkiye’de de bu seviyede bir parti kurulduğu için, Türkiye Avrupa demokrasisi içinde sesini duyurmaya başlamıştır. Sadece resmi davetleri, protokole uygun birtakım çağrıları bir memleketin gerçek demokrasisini ayakta tutmaya yeter zannetmek gaflettir demokrasilerde. Nasıl giderse Başbakan Sovyet Rusya’ya, Türkiye İşçi Partisi de demokratik bir ülke olan İtalya’da Akdeniz’in kaderinde Türkiye’nin sosyalist görüşünü belirtmeye gider. Bunu önlemek hiç kimsenin elinde değildir. Anayasa Türkiye’deki bütün teşekküllere bu hakkı, seyahat hürriyetini, fikir özgürlüğünü, kendi siyasi kanaatlerini ortaya koyma özgürlüğünü tanır. Türkiye İşçi Partisi protokoller olmayan, resmi olmayan bir yoldan, kendi itibarının ağırlığı içinde Batı demokrasilerince kabul ediliyor diye, kıskançlıktan çatlamayalım arkadaşlar. (A.P. sıralarından şiddetli gürültüler)

BAŞKAN- Sayın hatip, tamam efendim, lütfen cümlenizi bağlayın.

ÇETİN ALTAN (Devamla)- Bunlar havada kalmaya mahkûm sözlerdir. Fikre fikirle karşı konur. Yoksa, savcıyı çağırmak, polis çağırmak, hem kalabalıkta olacaksın, hem gücün yetmeyecek, komünist falân diye araştırmadan, esasının ne olduğunu bilmeden, birtakım siyah çamuru bulamaya çalışacaksın ve netice alacaksın. Bunlar, çok gerilerde kaldı bugün Türkiye’de. Varsa gücünüz yaparsınız. (T.İ.P. sıralarından şiddetli alkışlar) 

 

İçişleri Bakanlığı bütçesi konuşulurken T.İ.P. Milletvekili Çetin Altan’ın linç edilme isteği ve T.İ.P. Milletvekili Yunus Koçak'ın kan içinde bırakılması:

Şubat 1968

KİŞİLER

TABANCAYLA VURAN ADAM (Amaç ”kim vurduya getirmek” olduğu için belli değil)

BAŞKAN (Başkanvekili NURETTİN OK -A.P-Çankırı)

ÇETİN ALTAN (T.İ.P.-İstanbul)

YUNUS KOÇAK (T.İ.P.-Konya)

FARUK SÜKAN (İçişleri Bakanı, A.P.-Konya)

İSMET İNÖNÜ (C.H.P-Malatya)

ŞEVKİ YÜCEL (A.P.-Samsun)

MEHMET ALİ AYBAR (T.İ.P.-İstanbul)

SÜLEYMAN DEMİREL (Başbakan, A.P.-Isparta)

TURHAN FEYZİOĞLU (G.P.-Kayseri)

CELAL NURU KOÇ (A.P.-Kars)

COŞKUN KIRCA (G.P.-İstanbul)

İHSAN ATAÖV (A.P.-Antalya)

İHSAN SABRİ ÇAĞLAYANGİL (Dışişleri Bakanı, A.P.- Bursa)

SAHNE: Meclis kürsüsü ve Meclis sıra araları ve sıra altı.

İÇİŞLERİ BAKANI FARUK SÜKAN- (Bir saatlik konuşmasını T.İ.P.’e ayırmış, partinin kapatılması gerektiğini anlatmıştır) Bu konu, Çetin Altan’ın “Ben Milletvekili İken” adlı kitabında şöyle tamamlanıyor (Sayfa. 340):

“Aslında bu, tam bir linç olayı idi. İçişler Bakanlığı bütçesi görüşülmekte olduğu için bütün emniyet örgütünün yüksek kademeleri, jandarma yüksek rütbeli kumandanları Meclis’teydiler. Ve onların gözleri önünde yüz elli kişi üstüme geliyordu. Emniyet genel müdür muavini kalp krizi geçirdi. Gözlerinin önünde linç edilmemi seyretmeye dayanamamıştı. Balkonlarda dinleyiciler ayağa fırlamıştı.

Şimdi kim olduğunu hatırlamıyorum. Biri kulağıma eğilip:

‘Sakın dışarı çıkma, dayan’ demiş ve kaybolmuştu. Oysa kapı üç, beş adım ötemdeydi.

Ve A.P.’liler, sıraların üstünden atlayan, kenarından fırlayan, çığlık çığlığa, küme küme geliyorlardı üstüme.

Ayaktaydım, ilk geleni ittim. İkinci geleni de. Biri arkadan çekti o anda ve sıraların altına saklanmıştım.

Birden sıraların arasından bir tabancanın üstüme doğrultulduğunu gördüm. Bir saniyenin binde biri kadar bir yıldırım düşüncesinde:

‘Demek artık her şey burada bitiyor’ dedim. Ve o an Yunus Koçak üstüme kapandı. Tabancanın kabzasıyla onun başına vuruyorlardı.

Ortalık kan içindeydi. Nermin Neftçi (C.H.P.) bir çığlık attı.

‘Adam öldürüyorlar!’

Bu çığlık ve kan A.P.’lileri biraz ayılttı.

Ortalık biraz mayna bulur gibi oldu.

Kâmil Kırıkoğlu (Zonguldak-M.P.) koluma girmiş beni kaldırıyordu. Nereye gidecektim. Bütün kapılarda A.P.’liler kümelenmişti.

Meclis’i sigara içerek dinlenmek için yapılmış kulise açılan kapıların dibindeki karanlık odalardan birine daldım. Kırıkoğlu yanımdaydı. Gözlüğüm kırılmıştı, kravatım dışarı fırlamış, gömleğim, ceketim tekme izlerinden siyah siyah olmuştu...”

Çetin Altan yazısını şöyle bitiriyor:

“Davasından vazgeçmeyenlerin davâsı çağımızda hâlâ bir türlü bitmiyor, ne yapacaksınız.”

 

Ertesi gün: Önceki birleşimde cereyan eden olaylar hakkında gruplar ve hükümet arasında yapılan konuşmalar.

C.H.P. GRUBU ADINA İSMET İNÖNÜ (Malatya)-(...) Dün gece olan hâdiseler her mânasıyle esef vericidir; herhangi bir sebep, bahane ve ittiham ile izah olunacak, hazmolunacak yeri yoktur. Hükümet tasmim ettikleri, zararlı gördükleri bir partinin hareketi aleyhinde Meclisi tahrik etmek için bütün çabasını sarf etmiştir. İçişleri Bakanı bu kürsüde türlü misaller getirmeye çalışarak bir partiyi, insanları ile, mevcudiyeti ile ittiham etmiştir. Bu ittihamlar, vicdanının hâkimiyeti altında bulunan aklı başında hiç kimseyi ikna etmez...” (C.H.P. sıralarından alkışlar ve “bravo" sesleri)

(...) Hükümet temsilcisi olan bütçe sahibi bakan tahrik etmek için, ittiham etmek için her delilden istifade etmiştir. Bundan daha hazin olan tarafı, Riyaset Divanı, vaziyete hâkim olması vazifesi icabı olan Riyaset Divanı, bu ittiham tasavvurlarını tahrik ederek en hedef tutulan insanlar üzerinde taarruzları toplamak için ayrıca gayret göstermiştir.

Dün akşam söyledikleri gibi, şimdi sıra size geliyor, deniyordu (C.H.P’ye); bütün tecavüz edenler, bizim arkadaşlara, şimdi sıra sizindir demişlerdir. Bunu söylemelerine hacet yok; işlerin gidişi, bütün burada ittiham olunan partilerin hepsinden fazla hedefin bizim olduğumuza şüphe bırakmamaktadır. Gerçi emniyet müşterek bir nimettir, bozulduğu zaman bugün yanındaki arkadaşa, komşudaki aileye yapılan herhangi bir haksız tecavüz, amme kuvveti tarafından durdurulacak, tanzim olunacak bir düzen yok ise, yarın mutlaka bizim eve gelir, öbür gün mutlâka sizin eve gelir...”

ŞEVKİ YÜCEL (A.P.)- Samanlık kahramanı.

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul T.İ.P.)- Şimdi, Türkiye’de halen, bugün demokratik düzenin yürürlükte olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Demokratik düzen zoru reddeden, nefyeden bir düzendir. Beğenmediğiniz, hoşlanmadığınız fikre tahammül etme ve fikir alanında tartışma düzenidir. Yoksa burada sekiz kişiyi zorla Meclis’ten çıkarmak için 200 kişinin saldırmasına demokratik düzen ismi verilmez. (...) Bu şartlar altında Türkiye’de ne hukuk devleti vardır şu anda, ne temel hak ve hürriyetler vardır ne de kişi emniyeti, mâsunluğu vardır. Demokratik düzende bir sağ kanat, bir sol kanat vardır. Anayasa teminatı altında fikirlerini ifâde etmek imkanı bulunamazsa bu rejimin adı demokrasi değil, faşizm olur.”

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL (Isparta) -(...) Türk Parlâmentosunun zabıtlarında geçen 45 sene içinde Nâzım Hikmet’e hain diyen yüzlerce sayfa bulursunuz, ama Türk Parlâmentosunun zabıtlarına, esefle söyleyeyim ki. Nâzım Hikmet’i büyük vatan şairi diye tanıtan ilk cümle dün akşam zabıtlara geçmiştir. (A.P. sıralarından "bravo sesleri alkışlar)

G.P. GRUBU ADINA TURHAN FEYZİOĞLU (Kayseri)- (...) Bu kürsüden komünist olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmayan Nâzım Hikmet’in siyasi fikirlerinin savunmasını yapmak için gelmedim. (...) İstiklâl marşımızın büyük şairi Mehmet Akif’in “Asım”ından çok sevdiğim birkaç mısra nakledeceğim, hep Nâzım Hikmet okunmaz ya... (G.P. sıralarından "bravo" sesleri)

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çulpa insanlar da emin ol becerir.

Sade sen gösteriver işte budur kubbe diye.

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye

Ama onu tekrar kurmak için bir büyük Sinan daha lâzım

(...) 32 milyonun, eş bildiğimiz, kardeş bildiğimiz, yek pare bir millet olarak bildiğimiz 32 milyonun parçalanmasına çalışanlar vardır...

Kars Milletvekili Celâl Nuri Koç’un (A.P.)- Önergesi:

“Sayın Başkanlığa.

Gece, müessif hâdise ve oluşlara sebebiyet veren ve Meclisimizi rencide eden ‘Nâzım Hikmet büyük vatan şairidir' sözünün Meclis zabıtlarından çıkarılmasını arz ve teklif ederim. Saygılarımla.”

Başkan, bunun mümkün olmadığını söylemiştir.

G.P. GRUBU ADINA COŞKUN KIRCA (İstanbul)- (...) Türkiye’nin Atlantik ittifakını (NATO) terk etmesi tezi, halen, T.İ.P. tarafından resmen ve açıkça savunuluyor. Atlantik ittifakının tarafımızdan feshedilmemesi görüşünün kamuoyumuzda çok geniş bir temele dayandığının anlaşılmış olmasına rağmen, feshin ihbar edilmesinin mümkün olduğu süre içinde hükümetin bu konuyu Millet Meclisine getirerek, güvenoyu aldıktan sonra feshi ihbar etmeme yoluna gitmesi, meselenin önemi ve kamuoyunun aydınlatılması bakımından çok faydalı olacaktır.

İHSAN ATAÖV (Antalya A.P)- (Dışişleri Bakanına soru soruyor:)

“T.İ.P. milletvekillerinin komünist partilerinin gizli toplantılarına katıldığı söylendi. Böyle gizli toplantılara, komünist partilerin gizli toplantılarına katılan bu partinin üyelerine bakanlığımızdan veya dış memleketlerdeki sefaretlerimizden memleket sırlarının verilmemesi hususunda bir tedbir düşünülmüş müdür?”

DIŞİŞLERİ BAKANI İHSAN SABRİ ÇAĞLAYANGİL- Memleket sırlarının ister gizli ister açık toplantılara katılanlann hiçbirine verilmemesi hakkında gerekli talimat ile sefaretlerim teçhiz edilmiştir efendim.

 

III. BÖLÜM

Meclis Konuşmalarım

 

 

BÜTÇE GÖRÜŞMESİ

19 Şubat 1966

 

Sayın Milletvekilleri,

TİP Grubu adına Millî Eğitim Bakanlığı Bütçesi hakkında görüşlerimizi sunmak için çıktığım bu kürsüden, Yozgat’ın Bahadın köyünde ayağımda çarık, bacağımda şalvar mal güderken elimden tutup beni ülkemin geleceği üzerinde söz sahibi eden köy enstitülerine şükranlarımı sunarak sözlerime başlıyorum.

(TİP sıralarından alkışlar)

Basınımızda, meclislerimizde, millî eğitimcilerimiz arasında zaman zaman tartışmalar olur.

Türkiye’de bir eğitim felsefesi saptanmalıdır kararına varılır çokluk. Oysa Türkiye’de bir eğitim felsefesi vardır. Okul programlarının baş sayfalarını süsleyen ve ‘Türk millî eğitiminin amaçları’ başlığını taşıyan bölüm, bir eğitim felsefesinin ta kendisidir. Ne var ki, bu amaçlar, programların baş sayfalarında, adetâ lime lime bir elbiseye yamanmış güzel, sağlam ve yeni bir kumaş parçası görünümündedir ve Türk millî eğitiminin amacı, şu satırlarla başlar: “Her yaştakileri eşit eğitim olanakları içinde, yeteneklerine göre en üstün düzeyde yetiştirmek, milletimize ve insanlığa yararlı, iyi ve verimli yurttaşlar haline getirmek, sosyal ve ekonomik kalkınma programının uygulanması için gereken çeşitli nitelikteki insan gücünü hazırlamak millî eğitimin amacıdır.”

Türkiye’mizde hangi eğitim olanağı, hangi yeteneğe göre en üstün düzeyde yetiştirmek, hangi sosyal ve ekonomik kalkınma için insan gücünün hazırlanması söz konusudur. Bugün bu felsefeye inanılmadığını, bu uygulamanın yapılmadığını görmüyor muyuz? Türk millî eğitiminin amaçlarından biri, ‘Toplum çıkarlarını kişisel çıkarların üstünde tutmak’tır. Bugünkü eğitimde uygulanan bu mudur? Yoksa bu amacı tepetaklak edip, kişisel çıkarları toplum çıkarlarının üstünde tutmak fikir ve eylemi, yurt yüzeyine yayılmamış mıdır? ‘Gemisini kurtaran kaptan sözü hangi eğitimin yaygın felsefesidir?

Eğitimin amaçlarından biri, ‘Her kazancın bir emek karşılığı olması gerektiğine inanmaktır.’ Bugün, her an bunun tam tersini görmüyor muyuz? Piyangonun başına bir ‘millî’, sporun sonuna bir ‘toto’ koyarak, çalışmadan kazanmayı radyolarla, gazetelerle, yasalarla halka öğretmeye çalışmıyor muyuz? Her çocuğun, her aydının, her sorumlu memurun, her yurttaşın zihnine, ekmeğini emeğiyle elde etme’ ilkesini insanlığın temel erdemlerinden biri olarak yazmadıkça, çalışmadan yaşamaya son verilebilir mi?

Bir yerde eğitim-öğretim söz konusu oldu mu, orada ilk akla gelecek unsur öğretmenliktir. 1966 yılı Eğitim Bütçesi konuşulduğu şu sırada öğretmenlik bir başka anlam daha kazanmaktadır. Türkiye’mizde öğretmen, genellikle halk çocuğudur. Hele ilkokul öğretmenleri tümüyle, dar gelirli birer çevrenin insanlarıdır. Bu yüzdendir ki, yıllardır iktidarda olan zihniyet, bugün yine iktidardadır ve öğretmeni belli bir azınlığın parayla tutulmuş eğiticisi olarak görmek istemektedir. Onlarca eğitici uysal olacak, efendisinin eğitim anlayışına kolayca adapte olacak, kişiliği siliniverecektir. Öğretmende bu nitelikler yoksa, bir bey, beğenmediği mürebbiyesini ne yaparsa, hükümet de öğretmene onu yapacaktır. Öğretmene baskı, öğretmen nakli, bakanlık emri, göreve son işlemleri böyle doğmuştur.

Her yeni bakanın ilk sözü, ‘öğretmenlik cazip hale getirilecektir’ olur ve cazip hale getirilemez. Çünkü bu olumsuzluğun içinde, parayla tutulmuş eğitici anlayışı yatmaktadır. Bir yerde insan var mı, öğretmen de vardır orada. İnsan olan yerde insan zekâsı vardır, insan emeği vardır. Biz öğretmenliği bir zekâ ve emek mesaisi alanı sayıyoruz. İnsan zekâsını, insan emeğini öğretmen değerlendirir. Bu yüzdendir ki, insana değer veren, öğretmene mutlaka değer verir. Oysa bugünkü iktidarın ilk hedefi öğretmen oldu.

Anayasa, ‘Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına, temel ilkelere dayanan millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir’ diyor. Öğretmen açıklıyor, ‘Millî bağımsızlığımıza halel getiren birtakım kuruluşlara son verilmelidir. Vatanımızda bizleri vatansızlar durumuna düşüren yabancı ülkelerin iç işlerimize karışmaları, petrollerimizin yabancılara verilmesi, topraklarımızın yabancılar tarafından kullanılması, Anayasa’mızın Cumhuriyet anlayışına aykırıdır’ diyor. Öğretmen görevini yapıyor. Ama müfettiş karşısına dikiliyor derhal, ‘Niçin çocuk okutmuyor da politika yapıyorsun?’ diye soruyor.

Müfettişe göre, müfettişin temsil ettiği anlayışa göre eğitim ve öğretim dört duvar arasında A-B-C yazdırmaktır. Müfettişe göre, müfettişin temsil ettiği anlayışa göre yurdunu, Cumhuriyet’ini, Anayasa’sını savunmak, politika yapmak demektir.

Öğretmen 'laik devlet’ diyor, çünkü Anayasa öyle buyuruyor. Müfettiş, ‘Ne demek? Niçin?’ diyor. Öğretmen ‘sosyal devlet diyor, çünkü Anayasa öyle buyuruyor; müfettiş küplere biniyor. Yine Anayasa, 'devlet, kişinin temel hak ve özgürlüklerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasî, İktisadî ve sosyal bütün engelleri kaldırır’ buyurur. Öğretmen bu buyruktan hareket ederek, köylünün de insan olduğunu, insanca yaşamaya hakkı olduğunu söylüyor. Arkasından müfettiş, ‘yaz’ diyor:

‘Soru: 1- Köylünün perişan ve sömürülmüş olduğunu niçin söyledin?’

Öğretmen yalnızca Kleopatra’nın mezarının yerini bilene, Amerika’nın bilmem ne dağının yüksekliğini söyleyebilene numara veren ‘bilen kazanıyor’ programının idarecisi değildir. Öğretmen, Anayasa’nın her buyruğunu öğrencisine, halka öğretmeyi bir ulusal görev sayar. Söylemezse, anlatmazsa, içinde bir rahatsızlık, bir sıkıntı duymaktadır. Birçok yasaya cephe alan bugünkü iktidarın bugünkü müfettişi öğretmenin karşısına çıkıyor yine; ‘Okuluna kalpaklı Atatürk resmini niçin astın?’, ‘Sinemada niçin hep sol tarafta oturuyorsun?’,’ Köylü vatandaştan niçin halkım diye söz ettin?’ ve böylece yüzlerce güldürü oyunlarına malzeme olabilecek sorular. Sonunda kimine ihtar, kimine azarlama, kimi sürgün ediliyor, kimi bakanlık emrine alınıyor, kiminin de görevine son veriliyor. AP iktidarı, kendi anlayışındaki müdürleri, müfettişleri, partizanları seferber etmiştir. Bunların yaptıkları ihbarlar, tuttukları raporlar, gökteki kuşları güldürmektedir.

Hükümet bu davranışıyla bir çeşit günebakan tipinde kişiler istiyor. Hükümetin istediği memur, müdür, öğretmen, düşünmeyen adam olsun. Kendinden zayıflara kafa tutan, kaş çatan, ama kendinden güçlülere boyun eğen, el pençe divan duran kişiler olsun. Bunların kendilerine özgü fikirleri, düşünceleri olmasın. Birer makine adam olsunlar, hükümet eli düğmeye dokunsun, makine adam yürüsün, düğmeye dokunsun, makine adam dursun. (AP sıralarından gürültüler)

Dinleyin lütfen, dinleyin de sonra konuşun. Bu düşünce biçimi ilkel, bencil, tutucu ve zorba bir idarenin ilk belirtileridir. Kişiliği olan öğretmen, kişiliği olan öğrenci yetiştirir. Bugünün kişiliksiz büyükleri, dünün kişiliksiz öğretmenlerinin eseridir. Düşünen kafalardan zarar gelmemiştir hiçbir zaman.

Bugün yurdumuzda köy ve köy öğretmeni başlı başına bir sorundur. Çünkü köylü çoğunluğu, işlenmemiş, çağdaş uygarlığın, kültürün ve tekniğin nimetlerinden tatmamıştır henüz. Bugüne kadar köyü bütünüyle ele alan köy enstitüleri denemesi dışında bir deneme ne düşünülmüş ve ne de yapılmıştır. Köyün salt eğitim yoluyla kalkındırılacağı düşüncesinin olumsuzluğu meydana çıkmıştır. Ekonomik gücün artırılması, tarımın modernleştirilmesi, sağlık kurallarının yerleşmesi, işgücünün değerlendirilmesi gereği artık anlaşılmıştır. Bütün bu sorunlara eğilecek, yeni kuşaklara iş eğitimiyle biçim verecek kişi, bu nitelikleri taşıyan öğretmen olacaktır.

Köye aydın olarak tek başına giden öğretmen, köylünün dertlerine ışık tutabilen bir kılavuz öğretmendir. Biz köy öğretmenini böyle görüyor, böyle anlıyor, böyle düşünüyoruz. Köye gönderilen öğretmen bu eğitimin dışında ise köye yararlı olacağına inanmıyoruz.

Köy kalkınmasının, köy eğitiminin, bir kelimeyle, köy sorununun çözümü, köy enstitüsü prensibinden hareket edilmedikçe, bugünkü eğitim düzeni içinde bir çözüm yolu getirileceğine inanmıyoruz. Bugünkü gerçek de şudur: Köy öğretmeni maddece güçsüzdür. Türlü nedenlerle köyden, köylüden kaçar olmuştur. Yaratılan çevre, hava, devletin köy öğretmenine olan tutumu, devrimlere taviz, gericiliği, tutuculuğu okşama, hatta öğütleme, köy öğretmenini istenmeyen adam haline getirmiştir.

Bugün tüm öğretmenleri ilgilendiren bir sınıf tüzükleri konusu vardır. Personel Dairesi'nce hazırlanan bu tüzük, öğretmene refah sağlama iddiası arkasında, öğretmenleri küçük çıkar grupları halinde bölüp, birbirlerine düşürmek amacındadır.

Hangi eğitim kademesinde olursa olsun öğretmenlik hizmetinin devlet için taşıdığı değerde önemli ayrılık görmüyoruz. Hele branşlar arasındaki ayrım, bilimsel bir görüş değildir. Ayrıca ilkokul öğretmeninin hizmetini küçümsemenin hiçbir açıklaması yoktur. Öğretmenlik bir uzmanlıktır. Bir sanattır bir bakıma. Bu bakımdan bir memur sırasına koymakla en azından haksızlık edilmiş olur. Bu yüzden Personel Kanunu’nda bu açıdan bir değişiklik yapmaya ihtiyaç vardır. Öğretmenler de hâkimler gibi, subaylar gibi ayrı bir statüye tabi tutulmalıdır.

Atatürk, ‘okuma yazmayı her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki, bir milletin yüzde onu, yüzde yirmisi okuma - yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse bu ayıptır’ dedikten bu yana 38 yıl geçti. Bugünse gerçek durum şudur: Türkiye’de 17 milyon insan okuma yazma bilmemektedir. Bütün dünya ülkeleri okuma- yazma sorununu hemen hemen çözümlemişlerdir bugün. 1940’da yüzlerce dilden konuşan ve yüzlerce adada oturan Endonezya’da okuma- yazma bilenlerin oranı yüzde 7 iken, 1964’te, yüzde 100 olmuştur.

Bizde ise bugünkü tempo devamı ettiğinde, 2020 yılında ancak herkes okur-yazar olacaktır. Çağımızda, uygar bir ülkede okul çağını geçirmiş nüfusun okur-yazarlık oranının yüzde 90’dan düşük olması pek ciddi bir sorun sayılır. Oysa ki Doğu illerinde okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 90’dır

Yurdumuzda eğitim konusunda eşitsizlik iki kademelidir. Biri bölgeler arasındaki eşitsizliktir. Gerçekten yurdumuzun Doğu bölgelerinde yaşayan halkın eğitim olanakları çok sınırlıdır. Buralarda ya hiç okul yoktur, yada eksik öğretmenli okullar vardır. Varlıklı ve yoksul aile çocukları arasındaki eşitsizlik daha da artmaktadır. Hepimizin bildiği gibi, yüksek öğrenim bir ayrıcalık halini almıştır. İlk ve ortaokullarsa en gelişmiş şehirlerimizde bile çift öğretim yapılmaktadır. Buralarda okuyan çocuklar, açılan sınavlarda da başarı gösterememektedir. Buna karşı varlıklı ailelerin çocuklarını okutmak için özel okullar almış yürümüştür.

Anayasa’nın bir buyruğu olan fırsat eşitliğini dağ köylerine dek götürmenin bugünkü koşullar içinde bir tek yolu vardır; bölge okulları kurmak. Ne var ki, bugünkü durumda bakanlık bölge okullarına hız ve güç kazandırmış değildir. Lükse gidildiği için, eldeki parayla az okul yapılmıştır. Ayrıca bu okulların yapımı ve donatımında müteahhit zengin etme yolu tutulmuştur. Beş milyon civarında para harcandığı halde, halen beş çocuk alınamamış bölge okulları vardır. İlköğretimin karma öğrenim ilkesi bu okullarda zedelenmiş, erkek bölge okulu, kız bölge okulu açma yolu tutulmuştur. Bu okulların arazileri, eğitim ve üretim bakımından kullanılmamaktadır.

TİP Meclis grubumuz, yaygın öğretimin kısa zamanda gerçekleşmesinin bugünkü koşullar içinde bölge okullarıyla mümkün olacağına inanmaktadır. Çünkü bugün halen 16 bin köyde okul yoktur. Bu köyler genellikle az nüfusludur. Her köye okul yapmak zordur. Bu yüzden bölge okullarından yararlanmakta fayda vardır. Ayrıca kendi çocuklarının da şehirli çocuklar yanında üniversite kademesine kadar ailelerine yük olmadan okuyabilmeleri için bir kurs ve yatılı okul düzeni kurulmalıdır. Demokratik hayatın yerleşmesi ve hızla kalkınmanın en önemli koşulu olarak eğitimin bu yöntemlerle ön plana çıkarılmasını esas görüyoruz. Atatürk devri, az zamanda çok ve büyük işler yapmayı amaç saymış, bu yüzden de eğitimi tüm halka yaymaya başlamıştı. Oysa, bugünkü uygulama bu ülküyü sözde bırakmıştır. Yasalara, ‘Türkiye’de ilköğretim zorunludur, her türlü öğretim parasızdır’ kaydını koymak yetmez, dağdaki çobana da bu olanağı hazırlamak devletin başta gelen görevlerindendir.

Bugün Türk eğitimi üzülerek söylemek gerekir ki, ekonomik gücü yüksek olan yabancı ülkelerin baskısı altında bulunmaktadır. Bu ülkeler kendi isteğimize ve kendi bilincimize göre seçeceğimiz kültür biçimleri yerine, kendilerinin seçtiklerini Türkiye’ye sokma ve bunların etkilerini Türkiye’de sürdürme çabasındadırlar. Kendi kültürümüzü, kendi düşünce hayatımızı kendimiz yaratamayacak duruma getirildik. Her ülke gibi biz de yaşayışımızı, düşüncemizi, dünya görüşümüzü dünyanın akışına uyarak değiştirecek, yükselteceğiz. İşte önemli sorun bu. Bunu kendi bilincimizle, kendi seçmemizle mi yapacağız, yoksa yabancı ülkelerin yönetimi altında mı? (AP sıralarından ‘o ne demek?’) Ben de ona yanıt arıyorum. Yüzyıllardan beri Arap, İran, Avrupa uluslarıyla ilgi kurmuş ve onların kültürlerini benimsemişiz. Bu yüzden eğitim düzenimiz bir yamalı bohça halini almış. Zaman zaman kendi yaratıcı gücümüzü seferber etmişiz, olumlu sonuçlar almışız. Fakat yine de yabancı uzman yabancı eğitim, yabancı kültür gibi pek parlak görülen terimlere ve uygulamalara kendimizi kaptırmışız. Bu hal 1950’den sonra daha bir açıklığa kavuşmuş, bu yıldan sonra Türkiye’nin dış politikası Amerika’ya sımsıkı bağlanma esasına dayatılmış, eğitim ve öğretim düzenimiz de aynı paralelde tutulmaya başlanmıştır. Bugün Amerikan eli, köy okulundan üniversitelere dek bütün eğitim kollarına uzanabilmiştir.

Şu da bir gerçektir ki, Türkiye’de Amerikalılar tarafından uygulanan bir eğitim projesi olumsuz sonuçlar vermiştir. Deneme Öğretmen Okulları, Batılı eğitim malzemeleri hazırlama merkezi, Radyo ile Eğitim Merkezi bunlardan birkaçıdır. Bu yerler bir çiftlik haline getirilmiş, adamlar kayrılmış, adamlar susturulmuştur ve sonunda çalışamaz hale getirilmiştir. Çünkü amaç bu değildi, çünkü eğitim uygulaması bizim değildi, eğitimciler bizden değildi.

Son yıllara kadar eğitimimiz böylesine hafife alınmış, böylesine komedi oyunlarına malzeme sağlayacak hale getirilmiş, böylesine tehlikeli bir serüvene sürüklenmiş değildir. Bir söylentiye göre sayıları 700’ü bulan Amerikalı kızlı, oğlanlı gençler Anadolu’nun dört bucağına yayılmış ve geri kalmış bir ülke olan toplum kalkınması konusunda hizmet görecek Türk elemanı bulunamamış ve Amerikan Barış Gönüllüleri örgütünden yararlanılması düşünülmüştür. Bu kızlı oğlanlı Amerikalı gençler, yurdumuzun çeşitli köy ve kasabalarında, Anadolu halkının kültür düzeyini yükseltmek amacıyla çalışacaklarmış. Böyle ciddiyetten, plandan, sağduyudan ve vatanseverlikten uzak bir davranış için söyleyecek pek çok söz vardır. Halk eğitimi, amacı pek belli olan bir gurubun hizmetine verilemeyeceği gibi, kendi 

ülkemizde dahi halk psikolojisini, halk yaşantısını, kısacası halkı bilmeyen, halkı sevmeyen aydınları bile bu hizmetten uzak tutmak gerekmektedir. Kaldı ki, bu yirmilik Amerikalı gençler hangi ülküleriyle, hangi bilgileriyle, hangi tecrübeleriyle, hangi Türkiye severlikleriyle Türk halkına hizmet edeceklerdir?

Sorumlularımız bir yabancı kompleksi içindedirler. Onlarca, sayısı günden güne çoğalan sorunlarımızı çözmek için yabancı olmak yeterli gelmemektedir. Türk halkını ne Barış Gönüllüleri, ne yabancı uzmanlar, ne de içtensiz, göstermelik programlar düzenleyenler kurtaracaktır. Türk halkını, Türkün kendisi kurtaracaktır.

AHMET NİHAT AKAY (Çanakkale) - “Komünist Manifestosunu bir zamanlar yayımlayanlar sizdiniz. Bir zamanlar yayımladığınız eserler, Lenin Ödülü’nü alan eserlerdir. Bütün bunlar nereden doğuyor? Bir komünist jürinin karşısında, bir yabancı ülkede derece alan büyük mizahçımızın, size göre büyük mizahçımızın, Aziz Nesin’in ifadesi şu: ‘Türkiye’de her kurumda anarşi doğacaktır. Dilde, gençlikte, üniversitede, halkta. Bütün bu kurumları kapsayacak bir anarşinin arkasından gerçek Türkiye doğacaktır.’ İşte bütün çabaların ana fikri burada toplanıyor. Asıl halkı istismar eden, halkın fakirliğini istismar eden sizlersiniz. Çetin Altan’ın dünkü gazetesinde, ‘Büyük sosyalist romancı da bizde, büyük sosyalist şair de bizde’ dediği kimseleri bir liste olarak önünüze getireyim. Kimmiş o büyükler? Yaşar Kemal’ler mi, Nâzım Hikmet’ler mi? Bunlar mıdır büyük sosyalist olanlar?”

ORHAN DENGİZ-BAKAN (A.P.)- Bahadınlı arkadaşımız, ‘köy enstitüleri ihya edilmeden Türkiye yükselemez’ diyor. Bu bir görüştür ama, bu görüş eskimiş bir görüştür, bu görüşe bugün iltifat etmiyoruz. Yabancı barış gönüllüleri hangi kudretleriyle Türk halkına hizmet edeceklerdir?’ dediler. Bunun içerisine kudret kelimesinin katılmaması gerekirdi. Yabancı barış gönüllüleri kasabalarımızda, köylerimizde bulunuyorlar ve İngilizce dersi veriyorlar. Başka bir görev yaptıkları yoktur.

 

Yozgat Milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öğretmenlere huzur ve güven vermek ve hükümetin bu konudaki tutumunu eleştirmek üzere Anayasanın 88 inci maddesi gereğince bir genel görüşme açılmasına dair önergesi

4 Mart 1966

BAŞKAN- Önergeyi okutuyorum:

Millet Meclisi Başkanlığı’na

Adalet Partisinin iktidara geçtiği günden bu yana. Millî Eğitim Bakanlığı örgütündeki gereksiz nakiller, tâyinler Bakanlık emrine alınma işlemleri devam etmektedir.

Gün olmuyor ki öğretmen, okul müdürü, Bakanlık şube müdürü, genel müdür, Talim Terbiye Kurulu üyesi yerinden alınmasın.

Tüm öğretmenleri rahatsız ve huzursuz eden Hükümetin bu tutumu, bütün uyarmalara rağmen değişmemiştir.

Öğretmen, geleceğine güvenle bakmak istemekte, çalışmalarını politik, duygusal ve ilkel ölçüler yerine, bilimsel ve Anayasanın ışığında değerlendirilmesini istemektedir.

Öğretmene huzur, öğretmene güven vermek ve Hükümetin kanun dışı bu davranışını eleştirmek için Anayasanın 88’inci maddesi gereğince bir genel görüşme açılmasına aracılığınızı dilerim.

Yozgat Milletvekili

Yusuf Ziya Bahadınlı

BAŞKAN-Muhterem arkadaşlarım, bu müzakerede meselenin esasına girilmeyecektir. Sadece meselenin gündeme alınıp alınmamasının ehemmiyeti tebarüz ettirilecektir. Bu ölçü içinde Sayın Bahadınlı buyurunuz.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Adalet Partisinin iktidara geçtiği günden bu yana, Millî Eğitim Bakanlığı örgütündeki gereksiz nakiller, tâyinler, Bakanlık emrine alınma işlemleri bütün hızıyla devam ediyor.

Millî Eğitim tarihimizi şöyle bir karıştıran kişi, görecektir ki, 1950 dönemi hariç, hiçbir devirde böylesine baskı, böylesine terör, böylesine partizan tâyin ne yapılmış ve ne de düşünülmüştür.

Mayıs ülkemize yeni bir anlayış, yeni bir düzen getirmiştir. 1961 Anayasası bunun ne güzel bir belgesidir.

Oysa ki, birtakım tutucu çevreler bu düzenin havasını solumada güçlük çekmekte bu duruma uyamamakta ve bu yeni düzene direnmeyi bir görev saymaktadır!

Adalet Partisi iktidarı, aynı davranış içinde, tutucu bir düzen sürdürmek, kurulmak istenen yeni düzeni boğmak, yaşatmamak için var gücüyle çalışmaktadır.

Hükümetin, millî eğitim örgütündeki tutumu, bunun açık bir örneğidir.

İktidarın bu davranışlarında, eski döneme bir dönüş çabası görüyoruz. 27 Mayıs’ın yıktığı bir düzenin geri gelmesi için duyduğu özlemi, o dönemin yöneticilerinin yakınlarını yada aynı zihniyette olanları hükümet mekanizmasının kilit noktalarınagetirmekle açıkça ortaya koymuştur.

Sayın milletvekilleri, gün geçmiyor ki, gazeteler, dövülen, sürülen, bakanlık emrine alınan, görevine son verilen öğretmenden söz etmesin.

Son birkaç ay içinde, özellikle son haftalarda öğretmenler üstünde büyük bir baskı fırtınası estirilmektedir.

Çağımız uygarlığından habersiz, ışıksız, doktorsuz, gazetesiz köylerde; ekonomik koşullarla zihni karmakarışık ve bir küçük memur yaşantısına itildiği kasaba ve şehirlerde, tek düşüncesi halka hizmet olan bu öğretmenlere yapılan baskı çirkin bir politikanın ürünüdür. Bu olumsuz politikanın gözden geçirilmesi için bir genel görüşme açılmasını talep ediyoruz.

Sayın milletvekilleri, sizlere bir süre önce öğretmenlikten ayrılan bir öğretmenin basına geçen mektubundan bir pasaj okuyacağım:

Liseyi bitirdikten sonra, imkânlarım müsait olduğu halde başka bir meslek seçmeyi düşünmedim. Emelim, öğretmen olmaktı.

Sekiz yıldır orta dereceli okullarda öğretmenlik yapıyorum. Pek uzun olmayan bir meslek hayatım boyunca iyi bir öğretmen olmaktan başka bir düşüncem yoktu.

Ben bu mesleği seçerken politikanın kirli nefesi ile damgalanan, politik rüzgârlara göre yön bulmaya çalışan teşkilât düşünmemiştim. Sokağın arzularına göre yönelen bir kuruluş hayal etmemiştim.

Her gün değiştirilen ve hiçbir aklî, mantıkî mesnedi bulunmayan kararlarla şekillendirilmeye çalışılan bir eğitim sistemi düşünmemiştim.

Ben âdil ve objektif bir değerlendirmenin mevcut olduğu, çalışmanın saygı gördüğü bir işleyiş düzeni ümit etmiştin. Umduklarımı bulamadım. Sekiz yıl havasını teneffüs ettiğim dershanemden, öğrencilerimden ayrılmak kolay olmuyor. Ama bugünkü durum beni buna mecbur etti. Bir gün düzeleceğini umduğum mesleğimden huzura kavuşmak için ayrılıyorum.”

Sayın milletvekilleri, elimde yüze yakın dosya var. Bunlardan birkaç tanesi. Bunlara bakmaya imkân verdiğinizde görülecek ki, iktidarın beğenmediği bu öğretmenler gerçekten Atatürkçü, yurtsever, Anayasanın buyruklarına bağlı, ellerindeki programları anlamış ve benimsemiş görevini yapan öğretmenlerdir.

Şunu iyice anlıyor ve görüyoruz ki, hükümetin öğretmene olan tutumu, felsefî görüşünden, medenî davranışından ve Anayasaya bağlı olmayışından ileri gelmektedir. Öğretmen devrimcidir, Atatürkçüdür. Adalet Partisi Hükümeti ise muhafazakâr ve tutucudur. Anayasamız öğretmenden yanadır, çünkü devrimci ve Atatürkçüdür.

İşte, öğretmenin iktidar gözündeki sevimsizliği de buradan gelmektedir.

Hükümet, öğretmenin felsefî görüşü, fikir yapısı, birtakım inançlarıyla ilgilenmektedir. Müfettişleri tarafından bu yolda sorular sorulmaktadır. Bu en azından bir işkencedir, bir baskıdır. Ve bu yine en azından Anayasaya karşı bir saygısızlıktır.

Hükümet, öğretmenin okuduğu gazetelerle, kitaplarla ilgilenmekte, müfettişlerince bu yolda sorular sordurmaktadır. Bunun adı baskı değil de, işkence değil de nedir? Öğretmen, yurdumuzda çıkan her kitabı, her gazeteyi kendi zevk, kültür ve dünya görüşü doğrultusunda seçecek, okuyacaktır. Bir yönden zorunludur da. Okumayan aydınların nasıl tutuk beyinlere sahip olduğunu her yerde her zaman görüyor, çevresine nasıl zararlı olduğuna tanık olmuyor muyuz?

Hükümet, öğretmenin politik görüşleriyle yakından ilgilenmektedir. Adalet Partisi’nden adaylığını koymuşsa baş tacı eylemekte, Türkiye İşçi Partisi'nden aday olmuşsa, hor görülmekte, cezalardan ceza beğendirilmektedir.

Hükümet, öğretmenin programın öngördüğü konuları akılcı bir görüşle, yurt gerçeklerini dikkate alarak işlemesini suç saymaktadır. Ve bu yüzden öğretmen suçlandırılmaktadır.

Dünyanın hiçbir ülkesinde kanunlara, programlara uyan bir kimsenin cezalandırıldığı, ne duyulmuş, ne de düşünülmüştür.

İlkokul programının “Amaçlar” bölümünde “ulusal kaynakları tanımak ve bunları korumanın bir ödev olduğunu kavratıp benimsetmek” fikrini benimseyip öğrencilerine de benimsetmeye çalışan öğretmen salt bu tutumundan dolayı cezalandırılmıştır.

A.P. iktidarı, yazar öğretmenleri baskı altına almak istemekte, yazmamalarını sağlamak için kanun dışı davranışlar göstermektedir.

Sayın milletvekilleri, bir ülke ki, aydınları elleri, kolları bağlı, ağzına kilit vurulmuş kulakları tıkanmış. Bu ülkede tek bir şey vardır-. Sonsuz yokluk, sonsuz karanlık. Bu karanlığın eşiğinden daha yeni çıktık!

Kişiliği olan öğretmen kişiliksiz büyüklerin, dünün kişiliksiz öğretmenlerinin eseridir. Düşünen kafalardan zarar gelmemiştir. Hiçbir zaman gelmemiştir. Tarihte, insanlığın kötülüğüne olan her davranış, düşünmeyen devlet adamlarının yüzünden olmuştur.

Fikirlerden korkmayalım, tenkitlerden korkmayalım. Aslında her türlü fikir, her türlü tenkit çok yakın birer dostumuzdur.

Düşünen kafalara, namuslu kalemlere, öğretmene baskı, devir devir, zaman zaman denenmiştir. Hiçbir devirde olumlu bir sonuç alınamamıştır.

Öğretmen karşısında değil, yanında olunması gereken bir kişidir. Hükümetin yapacağı şey ona baskı değil, ondan yararlanmaktır. Öğretmene iktidar saygı duymazsa, halk duyar mı?

Sayın milletvekilleri, bütün bunları dikkate alarak bugünkü iktidarın yurt atmosferinde yaratmak istediği baskı üzerinde konuşmak, hem yurdumuzun hem de hükümetin geleceği için bir “genel görüşme” açılmasında fayda umuyoruz.

Sait Çiltaş: Yavuzselim İlköğretmen okulu öğretmenliğinden Karadeniz Ereğlisi Ortaokuluna sürgün. Suçu: Belli değil.

Müfettişin sorduğu sorular şunlar:                                   

1.Tanrıya ve dine inanır mısın?

2.Köylünün perişan ve sömürülmüş olduğunu niçin söylüyorsun?

3.Köylü vatandaştan niçin “halkım” diye bahsettin?

4.Birtakım yayınları niçin okuyorsun?

Sait Çiltaş, Eğitim Bakanlığının haksız tutumunu protesto etmek için öğretmenlikten istifa etmiştir.

Ahmet Nuri Macit: Samsun İlköğretim müfettişi iken Malatya ilkokul öğretmenliğine sürülmüştür.

Müfettişin sorduğu sorular:

1.Niçin köy enstitüsü rozeti takıyorsun?

2.Dernekçilik ve sendikacılıkla neden ilgilisin?

3.Dergi ve gazetelere neden yazı yazıyorsun?

4.Ölen bir öğretmenin ailesine, yardımlaşma kampanyası açıp neden para topladın?

Kars Lisesi Edebiyat Öğretmenlerinden Şemsettin Özdemir, Ramazan Karagöz ve İhsan Demirci, Bakanlık emrine alınmışlardır.

Müfettişin soruları:

1.Sınıflarda yeni Türk yazarları ve yabancı yazarları tavsiye etmişsiniz? Niçin Peyami Safa’nın eserlerini okutmadınız?

2.Öğrencilerinize kitap okumaları için baskı yaptığınız söylenmektedir?

3.Toprak reformundan bahseder, onunla ilgili kompozisyon ödevleri verirmişsiniz?

Adıyaman Millî Eğitim Müdürü Tevfik Uğurlu, kanun dışı gizli Kuran kursu açanlar hakkında işlem yaptığı için başka bir ile sürülmüştür. Bunların daha pek çok örneklerini vermek istiyorum. Dosyaları elimde, yeter ki bu imkân tanınsın.

Bakanlık emrine alınan, sürülen, öğretmenlerin suçu söylenmemekte, bir gerekçe gösterilmemektedir. Bu durum ise çok korkunçtur, kanun dışı bir davranıştır.

A.P. İktidarı bir öğretmeni beğenmedi mi, öğretmenin bulunduğu ildeki, mahallî Adalet Partili gazeteler yaylım ateşine başlıyor. Günlerce öğretmen aleyhinde türlü yayınlar yapıyor. Bir süre de A.P. organı İstanbul gazeteleri aynı yayına devam ediyor. Sonra müfettiş gidiyor, sonra öğretmen o ilden uzaklaştırılıyor. Bu A.P. iktidarının bir taktiği!

Sayın milletvekilleri,

Biraz önce saydığım birkaç örnek gidenler içindir. Yani A.P. iktidarının cezalandırdığı öğretmenler. Bir de gelenlerden birkaç örnek sunmak istiyorum.

Son zamanlarda hızını artıran A.P. iktidarı yurdun hemen her yerinde sessiz fakat açık, kanun dışı, fakat cüretkâr bir davranış içindedir. Türkiye’nin bütün nirengi noktalarını teker teker ele geçirmektedir. İdare de öyle, adliye de öyle. Şimdi de millî eğitimde plânlı bir tasfiyeye girişilmiştir. Bir taraftan, Atatürkçü, Anayasacı, devrimci öğretmen, müdür, şube müdürü, talim terbiye kurulu üyesi sürülürken bir taraftan da 27 Mayıstan sonra İhtilâl Hükümeti tarafından görevlerinden uzaklaştırılan bir kısım ırkçı, D.P. partizanı, 27 Mayıs düşmanı kişiler birer birer yüksek makamlara oturtulmaktadır.

Birkaç örnek sunmak istiyorum:

27 Mayıstan önce Almanya’da öğrenci müfettişiyken, nümayiş yapan Türk öğrencilere baskılar yapan, çoğunun bursunu kestiren ırkçılığıyla ünlü Adnan Ötüken, Kültür Müsteşarlığına getirilmiştir. Ötüken müsteşar olduktan sonra, güzel sanatlar, eski eserler, devlet tiyatroları, kütüphaneler ve yayım müdürlükleri sıkı bir sansür altına almıştır. Bu zat öylesine kanun dinlemez, sorumsuz bir sorumludur ki, mahkemelerin kararını bile hafife almaktadır.

BAŞKAN-Sayın Bahadınlı, burada bulunmayan bir kimse hakkında bu şekilde beyanda bulunmayınız. Genel görüşme bir murakabe yoludur. Hükümete aittir. Hükümetin içinde vazifeli bir teknisyeni tenkit ediniz o da cevap verme imkânında olmasın, ondan sonra buna adalet deyin, olmaz bu. Lütfen hükümete efendim.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (devamla)- Sayın Başkan, ben burada şahısların kaşından gözünden bahsetmiyorum. Bir tutumdan bahsediyorum. Bu benim görevimdir. Buraya, öğretmenlerle ilgili bir konunun genel görüşme halinde açılmasını istemeye çıktım huzurunuza. Şu halde bu isimlerden bahsetmek zorundayım. Çünkü, bu isimler bugün Türkiye’nin kaderini tâyinde muayyen köşe noktalarını elde etmiş kişilerdir. Şu halde, ben bu kişilerin özel kişilikleriyle uğraşmıyorum, aldığı vazifelerin öneminden bahsederek tutumları üzerinde duruyorum.

BAŞKAN- Evet, şu ifade ettiğiniz son cümle istikametinde devam edin efendim.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Bir grup önünde aynı zat şöyle konuşmaktadır:

“Efendim, dün hukuktan mezun olan bir savcı, bir öğretmen için takipsizlik kararı almış. Biz yıllardır bu işin içinde piştik. Ne anlar genç savcı bu işten. Buna rağmen böyle bir kararı dinlemedik, Müdürler Komisyonu kararıyla öğretmeni bakanlık emrine aldık...”

Tevfik İleri ve Celâl Yardımcı devrinin teknik müsteşarı Ferid Saner müsteşarlığa getirilmiştir.

Teknik ve Meslekî Öğretim Müsteşar Yardımcılığına Menderes’in özel kalem müdürü ve müsteşarı Akif Tuncel, yine o devirde uzun yıllar milletvekilliği ve Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü yapmış bayan Aliye Coşkun getirilmiştir.

Kültür müsteşarının, yani Bay Ötüken’in yardımcılığına eski Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Sıtkı Bilmen getirilmiştir.

Millî Eğitim Müsteşarı Mehmet Aslantürk C.H.P. adayı olduğu için görevinden uzaklaştırılmış yerine A.P. sempatizanı Ali Rıza Özgüç getirilmiştir.

İzmir’de matbaacılık ve coğrafya öğretmenliği yaparken, bir dernek kurarak tüzüğünün bir maddesine, “Yüksek tahsil yapsa bile bu demeğe hiçbir köy enstitüsü mezunu alınamaz” kaydını koyan Cevat Korkut Yüksel öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne getirilmiştir.

BAŞKAN- Evet ama gündeme alınınca bunları söyleyeceksiniz.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Gündeme alınmasını gerektirecek olan, yahut da gerektirmeyecek olan şeyler bu benim söylediklerimdir.

Bu tabloyu çizdikten sonra küçük bir uyarmada bulunacağım:

Şimdi, 27 Mayısa sevgi duyanlara sesleniyorum:

Adalet Partisi iktidarı kesinlikle 27 Mayısın karşısındadır. 27 Mayıs felsefesine savaş açmıştır.

Millî Eğitim Bakanına sesleniyorum şimdi de:

Mustafa Necati, Doktor Reşit Galip, Saffet Arıkan, Haşan Âli Yücel her kuşağın zihninde birer anıttırlar. Bu yüzden, her yıl törenler yapılmaktadır. Ya diğerleri; kara bir duman gibi yok olup gitmişlerdir. Ya siz! Siz nasıl anılacaksınız Sayın Dengiz?

Başbakan bu kürsüden:

“Mektebe, camiye, kışlaya siyaseti sokmayalım” diye feryat ediyordu. 

Minarelerden ezan sesi yerine A.P. çığlığının nasıl dört bir yanda kulakları yırttığını duymuyor muyuz?..

BAŞKAN- Mevzu dışına çıkmayınız.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devam)- Politikanın okullarda nasıl cirit oynattığını bir bir saydık. (A.P. sıralarından gürültüler)

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, efendim, mevzu dışına çıkmayınız.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla) - İşte sayın milletvekilleri, bir genel görüşme açılarak bu sorunun cevabını araştırma talebinde bulunuyorum.

Teşekkür ederim, saygılarımla. (T.İ.P. sıralarından alkışlar)

 

Yozgat Milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, Ankara’da açılan Fen Lisesinin, müfredat programı ve öğretim metodu bakımından, başka ülkelerde bir benzerinin olup olmadığına dair soru önergesi

23 Mart 1966

BAŞKAN-Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı buradalar. Soruyu aktarıyorum:

“Millet Meclisi Başkanlığı’na

Fen lisesi hakkında aşağıya çıkarılan soruların Millî Eğitim Bakanı tarafından sözlü olarak cevaplandırılmasına aracılığınızı dilerim.”

Yozgat Milletvekili

Yusuf Ziya Bahadınlı

 

1-Türkiye’de fen lisesi açmak gereği neden duyulmuştur?

2-Ankara’da Balgat sırtlarında açılan Fen Lisesinin müfredat programı ve öğretim metodu bakımından başka ülkelerde bir benzeri var mıdır?

3-Fen Lisesine 2 yıl içinde devletçe kaç lira harcanmıştır?

4-Fen Lisesi projesi Talim-Terbiye Kurulunun kararından geçirilmiş midir?

5-Fen Lisesini bitirecek öğrencilerin liseden sonraki eğitim ve öğretimleri için bir karar var mıdır?

6-Fen Lisesinde görevli Amerikalı koordinatör ve müşavirlere yevmiyeli yada aylık kaç lira verilmektedir.

7-Fen derslerinin kitaplarını çevirenlere ‘kitap yazma’ ücreti olarak kaçar lira ödenmektedir?”

 

Buyurun Sayın Bahadınlı.

 

Sayın Başkan, sayın Milletvekilleri,

Türkiyemiz, büyük bir üzüntüyle söyleyelim ki, kültür bakımından ekonomik gücü yüksek yabancı ülkelerin baskısı altında bulunmaktadır. Bu ülkeler, kendi isteğimize ve kendi bilincimize göre seçeceğimiz kültür yerine, kendilerinin seçtiğini Türkiye’ye yamama çabasındadır. Her kişiliği olan bir millet gibi kültürümüzü, çağcıl uygarlığın gerekleriyle bezemek bizim de doğal bir yolumuzdur. Ancak ulusal kişiliğimize halel getirmeden. Ne var ki gerçek, bu dileğimizin dışında yürümektedir, şöyle ki:

23 Mart 1962 yılında AID’nin Türkiye Eğitim Bölümü başkanının, zamanın Millî Eğitim Bakanına verdiği memorandumda (siyasî nota);

“1-Öğretmen yetiştiren yüksek okullar Amerikan sistemine göre mütekâmil ve ileri bir eğitim uygulamasına geçilmelidir.

2-Bu okullarda Amerikan metodu kullanılmalıdır.

3-Önemli işlerin başına Amerikalı müşavirler (danışmanlar) getirilmelidir.

4-Amerika da eğitim gören Türk eğitimcileri, projelerde gösterilen yerlere Amerikalı müşavirlerin tavsiyelerine göre atanmalıdır.

5-Yardımla yapılan bina ve tesisler, Amerikalıların tavsiyesine göre yapılmalıdır.”

Türkiye’de gelişmiş ve ileri bir eğitim düzeni denilen “Amerikan eğitimi”nin uygulanmasını isteyen Amerikan yöneticilerince hazırlanan birçok eğitim projesinin olumsuz sonuçlar verdiği bir gerçektir.

Türkiye’de çalışan Amerikan eğitim uzmanları, Millî Eğitim Bakanlığı ile yapılan anlaşmalar gereğince Türk eğitimine yön vermek için birçok projeler uygulamışlardır. Bu projelere gerekli paranın büyük çoğunluğu, Amerikan hükümeti tarafından verilmiştir. Amerika da yetiştirilmiş Türk eğitimcileri ile Amerikalı uzmanlar el ele vererek bu projeleri uygulamaya çalışmışlardır.

Amerika’da özel surette yetiştirilen Türk eğitimcileri bugüne kadar eğitime yeni bir buluş kazandırmamışlar, ancak tekrarlamaya gayret göstermişlerdir. Türkiye’deki Amerikalı uzmanlar aslında kendi ülkelerinin adamlarıdır. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı bu projeler Türkiye’de eğitime yön verecek en önemli kuruluşlardır. Bu kuruluşların, yönetimi Türk eğitimcilerinin idaresinde gibi görünürse de aslında yönetim Amerikalı uzmanların elindedir. Her kuruluşta bir yönetim kurulu vardır. Amerikalı uzman bu yönetim kurulunda üyedir. Her türlü kararı Yönetim Kurulu alır. Ancak, kuruluşun maddi yardımını çoğunlukla Amerikan hükümeti sağladığından ilk ve son söz Amerikalı uzmanlarındır.

Bugün halen uygulanan projeler, örneğin deneme öğretmen okulları; kendi uzmanlarınca özellikle geri kalmış ülkelere hararetle tavsiye edilen Köy Enstitülerinin geliştirilmesi yerine uygulanmak istenen bu kuruluşlar ne olduğu bilinmeyen bir okul tipi hâline getirilmiştir. Meslekî Teknik öğretim müsteşarlığına bağlı radyo ile eğitim merkezi vardır bir de, 1963 yılında kurulmuştur, amacı radyo ile eğitim ve öğretim hizmeti yapmaktı. Yine Amerikalı eğitim uzmanlarını yönetiminde 100 binlerce lira harcayacak bir de denemeye girişilir. Ankara’nın yüze yakın köyünde dinleme merkezleri kurulur. Bu köylerin öğretmenleri Amerika’da kursa tabi tutulur. Köylere sandıklar dolusu ders araçları gönderilir. Öğretmenin sınıfta yıllarca çalışıp yapamadığı okuma-yazma ilkokul bilgileri verme gibi konular birer defada radyo ile halka öğretilmek istenir. Sonunda dağıtılan özel radyolar, sandıklar dolusu ders araçları geri toplanır ve hiçbir sonuç alınamadan bu deneme de böylece biter.

Yine Amerikalıların kurduğu basılı eğitim merkezi, eğitim malzemeleri hazırlama merkezi vardır. Bugün ölü bir merkez halindedir. Dirilmesi için bütçeye 2 milyon lira konmuştur. Basındaki adı Amerikan çiftliğidir. Bu okulda çocukların ve gençlerin ihtiyacı olduğu kitapları yazdırmak ve yaymakla görevli kişilere yazar ve editör asıl maaş ve ücretleri dışında 2500-5000 lira arasında aylık ücret ödenmiştir. Ve böylece bu yerler bir de adam kayırma yeri haline gelmiştir.

Liseler içinde yıllarca en seçkin öğretmenlerin toplandığı, malzemelerin yığıldığı “deneme liseleri” başarısız olunca şimdi de milyonlarca liraya yalnız binası çıkan “yarının fen âlimini yetiştirecek” “fen lisesi” projesi kabul edilmiştir.

1962 yılında bir Amerikalı geliyor Türkiye’ye. Adı profesör Narthrop. Millî Eğitim Bakanlığına “bir fen lisesi açma” teklifinde bulunuyor. Yarının fen âlimini yetiştirecek bu okulun açılması haberini, eğitim bakanlığı sevinçle karşılıyor. Derhal bir komite kuruluyor ve komite kısa bir süre içinde raporunu bakanlığa veriyor. Raporda “güzel” ve “ideal” satırlara rastlıyoruz.

“Her çocuğun yeteneği ölçüsünde geliştirilip yetiştirilmesiyle demokrasinin eşitlik prensibi arasında hiçbir aykırılık görmüyoruz. Demokratik eğitim, herkesi eşit gelişme ve yetişme imkânları verme idealine dayanır” deniliyor.

Uygulama başlıyor. Bir Amerikalı, bir Türk müdür tâyin ediliyor. Ford Vakfı 1 milyon civarında dolâr ayırıyor. Florida Üniversitesi, teknik yardım yapıyor. Eğitim Bakanlığı gayet cömert davranıyor. 10 milyonun üstünde para ayırıyor. 5 Amerikalı uzman, Türk profesörler birlikte çalışmaya başlıyorlar. Bir taraftan binalar yapılırken, lâboratuar araçları Türkiye’ye taşınırken bir taraftan da Amerikalı uzmanların başkanlığında sınav kurulları kuruluyor ve 30 öğretmen seçiliyor. Matematik, fizik, kimya tabiiye öğretmenleri bunlar.

Öğretmenlere “yarının bilginlerini yetiştirecek” niteliğe kavuşturmak için kurslar açılıyor. Sonra bu öğretmenler Amerika’ya gönderiliyor. Öğretmenler Amerika’da bir de görüyorlar ki: Türkiye’de uygulanmak istenen fen lisesinin bir benzeri Amerika’da yok. Zaten Amerikalı profesör de şöyle bir itirafta bulunmuştur. "Fen lisesi müfredat programını Amerika'da kabul ettiremedim. Türkiye'de deneyeceğim...”

Bu zat Türkiye’yi bir deneme tahtası, Türk çocuğunu da bir kobay sanmaktadır.

Bugün fen lisesinde çalışan Amerikalı koordinatörün yevmiyesi orada çalışan kişilerden duyduğuma göre, 1000 liradır. En yüksek Amerikan memuru olan ve protokolde Başbakana tekabül eden Amerikan Dışişleri Bakanı bu ücreti alamaz. Müşavirler de ayda 12’şer bin lira almaktadır. Sayın bakan, bu Amerikalı uzmanların, koordinatörlerin para almadıklarını söylediler. Bunlar niçin parasız çalışıyorlar? Bir insanın bir yerde çalışması için mutlaka emeğinin karşılığını alması gerekmez mi?

30 öğretmenden bir kısmı fen lisesi uygulamasında birtakım çelişkiler, içtensizlik ve usulsüzlükler görüyor. Bunları Amerikalı uzmanlarla açıkça tartışıyorlar. Bunun üzerine Amerikalı uzmanlarla tartışmaya cesaret eden bu öğretmenlere gereken ders veriliyor: Kimi istifa etmek zorunda bırakılıyor, kimi de “başarısız” damgasıyla fen lisesinden uzaklaştırılıyor.

Bu münasebetle söylemek gerekir ki: Yurdumuzda bu ve buna benzer birtakım kişilikler ezilmek istenmektedir. Okulda öğrenci kişiliğini koruduğunda “âsi öğrenci”; dairede memur, âmirine bir gerçeği hatırlatıp körü körüne hareket etmek istemediğini söylediğinde “serkeş memur”; bir öğretmen de onurunu, kişiliğini hele bir yabancının, paranın verdiği şımarıklığını suratına bir şamar sesiyle haykırdığında “ehliyetsiz öğretmen” sayılıyor. Kişilikten hiçbir zaman bu memlekete zarar gelmemiştir.

Kaldı ki, bu fen lisesi projesi bir denemedir. Yepyeni, hiçbir ülkede uygulanmayan bir deneme. Yurdumuzun gerçeklerine uyup uymadığını kontrol etmek, düşüncelerini, söylemek öğretmenin ulusal bir görevidir.

1964 yılında 100, 1965 yılında 100 öğrenci alınıyor bu okula... 1965 yılında alınan öğrencilerin 50’si gündüzlüdür. Sınavlar test yoluyla yapılıyor. Amerika’da Amerikan kültür ve yaşantılarına uygun biçimde hazırlanıp çoğu aynen, bir kısmı değişiklikle Türkçeleştiriliyor. Sorular, çoğunluğu testin “t”sinden haberi olmayan bu çocuklara soruluyor. Bunun sonucu, bu yıl fen lisesine alınan ortaokul mezunu 100 çocuktan 32’si İstanbul’dan, 30’u Ankara’dan geliyor. İzmir’den 6, Bursa’dan 6, Kocaeli 3, Balıkesir 2, Kayseri 2, Kırklareli’den de 2 çocuk geliyor.

48 ilden bir tek öğrenci kazanamıyor. Buralarda zeki çocuk yok mudur? Okumak onların hakkı değil midir? Hani demokratik eğitim, herkese eşit gelişme ve yetişme imkânları verme idealine dayanıyordu. Anayasanın vaat ettiği, hattâ emrettiği sosyal adalet, fırsat eşitliği nerede kalıyor? Daha ilgi çekici bir nokta da, Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde çokluk zengin çocuklarının gittiği ortaokullardaki çocukların sınavı kazanmış olmasıdır. Örneğin Ankara’da kazanan 30 öğrencinin 8’i Ankara Koleji’nden, 4’ü Cumhuriyet, 3’ü Atatürk, 2’si deneme liselerinden gelmektedir. Oysa gecekondu semtlerine dağılmış daha 26 ortaokul ve lise vardır. Bunlardan bir tek öğrenci imtihanı kazanamamıştır. Bu duruma göre yarının fen bilginleri varlıklı çevrelerden seçilmektedir.

Kanuna göre, parasız yatılı alınacak öğrencilerin yoksul olması şarttır. Talim ve Terbiye Kurulunun onayladığı yönetmelik: “Ailenin yıllık net geliri bütün gelirlerin toplamından, varsa kira bedeli veya ev için ödediği yıllık banka kabul ediliyor. Bu miktar aile reisinin kanunca bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerine bölünmesi halinde bir kişiye düşen pay 2 bin liradan fazla değilse yoksul sayılmaktadır.”

100 kişilik listede, baba meslekleri hanesinde tüccar, doktor, veteriner, profesör, hâkim ve benzerlerinin yanında bir işçiye, bir köylüye rastlayamıyoruz.

Birkaç yüz zengin, çocuğunu, milyonlara mal olan ve Amerikalıların her türlü buyruğuna terk edilen bir okula toplayarak, insanlarla her türlü ilgiyi kesip bir “makine adam” yetiştirerek; bir “Türk vatandaşı” yerine Amerikan sevgisiyle dolu vatandaşlar yetiştirmek; ilerde Türkiye’de alan bulamadığı gerekçesiyle, yabancı ülkelerde, özellikle Amerika’da birer “adam” olarak çalıştırılacak bu çocukların toplandığı “fen lisesi” adı, 17 milyonu hâlâ okuma- yazma bilmeyen Türk halkı ve hâlâ bir okulu olmayan 16 bin köyle alay etmektedir.

“Makine adam” dedik:

Bir okul ki, programında mantık, felsefe, sosyoloji gibi sosyal bilimlere pek yer vermezse teşebbüs kabiliyeti, tenkidî düşünme, sosyal intibak gibi insanı ön plâna alan hususlar bir çocuğa verilmezse o çocuk düşünemeyen duygulanamayan bir “makine adam” haline gelir.

“Ucuz adam” dedik:

Bugün Amerikalıların “breyn-dreyn” dedikleri “beyinleri kanalize etmek” anlamına gelen bir düşünceleri var; “bugün” diyorlar, “dünyanın bütün ülkelerinde -özellikle geri kalmış ülkelerde- üstün zekâlı insanlar bir ot gibi büyüyor ve kuruyup yok oluyorlar.” Bu bir kitaptan alınmıştır: “Kendi ülkelerinde bu üstün zekâları işleyecek işe yarar hale getirecek imkânları yoktur. O halde dünyanın özellikle geri kalmış ülkelerinde yaşayan ve gelişmeye imkân bulamayan üstün zekâlı insanları önce kendi ülkelerinde okutmak, yetiştirmek sonra bunları Amerika’ya celbederek bunların üstün zekâlarından Amerikanın ulusu olarak ucuza yararlanmalıyız” diyorlar.

Fen Lisesinin durumuna tıpatıp bu düşünce uymaktadır.

Fen Lisesi mezunları Türkiye’de fen fakültelerinde özel surette yetiştirilseler dahi, ülkemizde teknoloji alanında gerekli imkânı bulamayacaklardır.

Eğer bunları, fakültelere hoca yapmaksa amaç: “Fen ve mühendislik fakülte ve yüksek evsaftaki asistanları sağlamak amacıyla akademik kariyerin cazibesini artırmak üzere...” Fen ve Mühendislik fakülteleri ve teknik okul asistanları deneme projesi iki yıldır uygulanmaktadır.

Fen Lisesini bir denklem halinde göstermek gerekirse:

Fen Lisesi = Amerikan parası + Amerikan projesi + Amerikan ders kitapları + Amerikalı uzmanlar

Bu denklem, bugün Türkiye’de uygulanan bir eğitim düzeninin özeti halindedir.                 

FEYYAZ KÖKSAL (Kayseri)- Amerika’dan getirmeyelim de, Moskova’dan mı getirelim?

BAŞKAN- Lütfen bağlayın efendim, vaktiniz tamamdır. Lütfen, yerinizden müdahale etmeyin, efendim.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla) Sayın Adalet Partili arkadaşım, ben ne Moskova’dan ne Amerika’dan ne de sizin bu gayet gereksiz sözünüzden ilham alırım, bunu böyle biliniz!

BAŞKAN- Müdahale etmeyin. Sayın Bahadınlı vaktiniz dolmuştur, lütfen.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Sayın Başkamın bu kadar ağır söz söyleniyor, bana lütfen diyorsunuz.                

BAŞKAN- Onlara da ihtar ediyorum, size rica ediyorum.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Onlara ihtar etmiyorsunuz.

BAŞKAN- Vaktiniz bitmiştir diyorum, ben ne yapayım bağlamıyorsunuz; vakit tamamdır.               

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Teşekkür ederim.

 

Millî Eğitim Komisyonu’nda A.P.’li milletvekilinin saldırısı üstüne yazılmış bir metin:

BEN MİLLETVEKİLİ DEĞİL MİYİM?

12 Haziran 1966

Asıl öfkem, saldırandan çok, kendini gizleyerek tekmeleyene idi!

Hırslıydı, her bulduğu boşluğa girmek istiyordu sanki!

Öyle görünüyordu ki, çevresine sürekli “ben varım” mesajı veriyordu. Her gün yeni bir giysi lâcivert, parlak derili ayakkabı, yeni kravat, yeni mendille karşımıza çıkıyordu. Ne var ki (Neruda’nın dediği gibi) öylesine köylüydü ki, sanki çevresine toprak saçıyordu! Bir özelliği daha vardı, bir köy enstitüsünden okuyarak gelmişti oralara...

“Şırak!” diye bir ses duydum ve hemen ardından bir zemheri soğuğunun yüzümü yalayıp geçtiğini hissettim; bir saniye içinde olmuştu! Yüzümü hafif sola yıkmıştım, bakışlarım karşıdaydı. Oysa bir saniye önce ona bakıyordum. Anlayamıyorum bir türlü, bir insan, bir saniye içinde göz gözeyken ve gülümserken, karşısındakine “şırak!” diye tokadı nasıl yapıştırabilirdi! Bir saniyede, bir duygudan bir başka duyguya atlayabilmek! Yoksa her türlü ayrıntıyı önceden tasarlamış ve uygulamaya mı koymuştu? Hayır, hayır bu zayıf bir olasılıktı. Hem beyninin ve gönlünün gereğince işlenmemişliğinden, hem de, komisyon toplantısında “dostane!” bir davranışla sorunu enine boyuna konuşmuş, tartışmış ve olacak iş değil ama, bir de şakalaşmıştık; ne de olsa eski bir öğretmen olmasındandı.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim dili Türkçe mi olsundu, İngilizce mi? Biz Türkçe olsun istiyorduk. Hani ilk bakışta, onların Türkçe’yi savunması, bizim de İngilizce, Fransızca, hattâ -onlara göre- Rusça olmasını istememiz gerekirdi! Bağımsız bir ülkede, bir üniversite, bir yabancı ülkenin parası ve yönlendirmesiyle de kurulsa, o yerde kendi dilinin saygınlığı korunmalıydı. Bir üniversite öğrencisi, en azından bir yabancı dil bilmeliydi elbette: Birinci yıl salt yabancı dil okutulurdu. Daha sonraki yıllarda öğrenim Türkçe sürdürülür, yabancı dili de ona kaynaklık ederdi.

“Hayır!” diyordu iktidar partisinin komisyon üyeleri; “birinci sınıftan başlayarak, İngilizce olacaktır öğretim!”

İktidar partisinin sözcülerinin, dinsel yanı ağır bastığı için, kendilerinin de sağında saydığı ve “aşırı” bulduğu bir küçük partinin eğitim komisyonu üyesi, beni destekliyordu. Bu nedenle iktidardaki partinin eğitim komisyonu üyesi takılıyor:

“Aşırı uçlar birleşti!” diyordu.

Ve bu son sözü, iktidardaki partinin eğitim komisyonu üyesi, “şırak!” diye yüzümde patlayan sesten birkaç dakika önce söylemiş, ben de gülümsemiştim.

Bu son tümceyle bir yargıya varılabilir belki: İktidardaki partinin eğitin komisyonu üyesi takılmıyordu, tersine çok ciddiydi; ben de gülümseyince, kızdı haklı olarak.

Doğru değil.

İktidardaki partinin eğitim komisyonu üyesi, sözünü noktaladığında ve ben de gülümsediğim an (komisyon odasından çıkmış yürümeye başlamıştık), karşımızda bir küme insan belirdi. Yürüdüğümüz geçenek (koridor) L biçimindeydi; biz L’nin uzun çizgisinde yürüyorduk ki, onlar da kısa çizgiden çark etmiş, karşımıza çıkmıştı.

Böylece, iktidar partisinin eğitim komisyonu üyesinin bir anda düşünüp tokadı yapıştırdığı ortaya çıkıyor “Bir saniyede insan nasıl bir karara varabilir!” diye düşünürken, içimden bir karşı ses duyuyorum, “işin öncesi var!”

Mecliste bize karşı uygulamada daha kaba kuvvete geçilmemişti. Ama diş gıcırtıları Meclis’in duvarlarını çoktan delipgeçmiş, Çankaya’ya ulaşmış ve görünmez güçlerin kapısını tıkırdatmaya başlamıştı! Nasıl ki İçişleri Bakanı, “soluk alışımızı dinlediğini” bir süre sonra Meclis kürsüsünden söyleyecekti! 

“Kelle getirene ödül" türünden, o günlerde, bizlerden birini bir güzel “benzeten" büyüğünden bir aferin alma isteğinden olacak, komisyon üyesi eski öğretmen, şimdi milletvekili, bir fırsat yakalamıştı. Çünkü L’nin kısa çizgisinden çark edip karşımıza çıkan kümede "soluk alışımızı dinleyen” İçişleri Bakanı ile arkadaşları vardı!

Ve kapışmıştık. İktidar partisinin öbür üyeleri de araya girmişti. Kavgayı bastırmak istiyor olmalıydılar. Ancak, nedense hep beni tutuyordular.

İşte, asıl olay o anda olmuştu:

Nereden, nasıl çıkıp geldiğini anlayamadığım biri de beni tekmelemeye başlamıştı. Tanımıştım; nasıl tanımazdım, yine çevresine toprak saçıyordu! Bir gün önce annesiyle babasını görmüştüm, Meclis’e Milletvekili oğullarını görmeye gelmiş olmalılardı, Ankara’nın bir köyündendiler. Giyinişleri, duruşları, davranışları, bilinen köylü ezikliğini sergiliyordu.

Kavga bittiğinde gözüm ona takıldı:

“Bunlar vuruyor, kendi açılarından belki de haklı olabilirler! Peki, sen neden tekmeledin” dediğimde: “Neden vurmayacak mışım dedi, “Ben milletvekili değil miyim?”

 

1966 SENATO SEÇİMİ SIRASINDA ÇORUM’ DA “LİNÇ” GİRİŞİMİ

SAHNE: Belediye’de başlar, bir dükkânda sona erer.

1966 Senato seçimi günlerinden birinde, T.İ.P. Milletvekili sıfatıyla Çorum’da parti adına konuşmalar yapıyordum, yanımda iki de aday arkadaşım var. Çorum Belediye Binası içinde hoparlör düzeni kurulmuş. Bize yarım saatlik bir zaman ayrılmış. Mikrofondan konuşacağız; halk, telefon direklerine asılı hoparlörden dinleyecek. Öyle de oldu. Daha biz konuşmamızı bitirmeden pencereler taşlanmaya, camlar kırılmaya başladı. Valiyi, emniyet müdürünü telefonla aradım, yerinde olmadıkları söylendi. Dışarı çıkmak zorunda kaldık. Yüzlerce kişiydi; yürüyebilmek için zorlanıyorduk. Üstümüze taşlar yağmaya başladı. Başımdan kan akıyordu; zaman zaman da gözlerim kapanıyordu. Arkadaşlarımdan biri üniversite öğretim üyesi kadındı, onun arkadan gelmesini istemiştim. Beni tanıdıkları için olacak, taşlar bana doğrultulmuştu. Durumu değiştirelim, dedik ve caddenin öbür yanına geçtik. Sıra sıra polis vardı, adetâ bizi seyrediyorlardı!

Kalabalık daha da arttı; ilk gördüğüm kapının tokmağından tuttum; elbette onlar da beni!

Dönüp baktığımda o bine yakın insana, bir kravatlı yoktu aralarında. Her öğün sofradan doyarak kalkmış; paraya doymuş, ikrama, sevgiye doymuş; kadına doymuş bir kişi yoktu! Hani bir gece arabanızın önüne bir kurt düşer de, farlardan çıkan ışık onu, Amerikalı at çobanının önünden kaçan beygirin, sallayıp sallayıp boynuna doladığı ip gibi sarar ya ve kurt dönüp arada bir baktığında, gözlerindeki korku elle tutulur gibi belirginleşir ya, işte öyle; ama benim gözlerimde korkudan çok hayret vardı! Onu bir deri bir kemik koyan bendim, çaresiz, ezik! Ayağındaki pabuç, benim yüzümden dilini çıkarıyordu; üstündeki giysiyi bendim didik didik eden! Okullarına kilit vuran, işyerlerini yüzüne çarpan bendim! Köyden kente ben itelemiştim onu! Çocukları benim yüzümden mamasızdı, oyuncaksızdı, karısı mutsuz!

Sonradan görmüştüm biri vardı, öndeydi, yanıma gelecekti, uzun boylu, bilen bir kadının ince parmaklarından üretilmiş, üstüne bol gelen bir hırka vardı sırtında; tüyler tığdan çıktığı gibi parlıyordu: 'Al ağabicim!"demişti, arkasını dönmüştü, herkeste olmayacak bir tabanca göstermiş “temizle şu namussuzlardan birini!” demişti

Vurmaya başlamışlardı. Sonra da kendimi aynada görecektim, başım çarpılıp da kapı açıldığında ve sürünerek içeri girdiğimde. Doğrulup da duvardaki aynaya baktığım zaman, başımın bir salça kabına sokulup çıkarıldığını sanacaktım. Odada bir masa vardı, önünde genç bir adam, şaşkındı. Masada sürahi vardı, o anda iki arkadaşım da girecekti dükkâna. Kadın arkadaşım, mendiliyle sürahideki suyla yüzümü silmeye başlamıştı. Yüzüm ak mıydı, sarı mı? Morluklar vardı alnımda, yüzümde; jilet kesiği gibi ince ince acıyordu, kulaklarım uğulduyordu.

Aynaya bakıyordum, kapının camına çarpan çamuru aynada görüyordum, kirli sular aşağılara aynadan akıyordu sanki. Sağa sola çiziktirilmiş koca bir leke, aşağılara kol uzatmış soyut bir resim gibiydi. Taşlar atılmıştı sonra, aynadaki modernlik, klasik bir görüntüye dönüşmüştü.

Cam parçaları yere saçılmıştı. Kravatım yün örmeydi, kapının tokmağına elimi attığımda onlar da kravatımdan yakalamış, soluk alamıyordum. Onlar çeker ben çekerken kravatım kopmuştu. O hızla yere kapanmışım, başım kapıya çarpmış ve kapı açılmıştı... O günlerde aramızda bir espri konusu olmuştu: Böyle yerlere kravatla gidilmemeliydi. Yine de gidilirse, mutlaka yün örgülü olmalıydı, kopabilirdi; kumaş kesinlikle kopmazdı! Kurtarıcım, ne polisti ne jandarma ne de yandaşlarım, kurtarıcım yün örgülü kravatımdı!

“Neden ki?” diyordum, düş görüyor sanıyordum; neler olduğunu görmediğime göre gözlerim kapanmış olabilirdi; iyi ama nedendi? Yoksa kendim mi kapatmıştım, görmemek için miydi yada yukardan akan şey, göz çukurlarını mı doldurmuştu? Bu sonuncu olasılık, daha doğru olabilirdi; arkadaşımın silmesiyle iyi görmeye başlamıştım.

Sığınağımız bir odaydı; penceresi, kapısıydı. Ve biz, kapıya bakmıyor görünmek için aynaya bakıyorduk.

Dallar dolusu insanlarla bakışıp dururken bir adam girdi içeriye. Ağarmaya başlamış saçını arkaya taramış, yüzünde kolonya kokusu, sırtında ak bir gömlek (kente geldiğimde benim de gömleğim aktı), lacivert üstüne gri çizgili takım elbise, sol elinde nişan parmağında alyansla portakal rengi taşlı yüzük yan yana, ayakkabılar ışıltılı ve pek nazik:

“Ben emniyet müdürü!” Ben ‘emniyet’ sözcüğü üstüne düşündüğüm için ancak son sözünü anlayabildim:

“Sizi burada fazla koruyamayız. Ya getirteceğim bir arabayla emniyet altında gidersiniz yoksa bundan sonra doğacak sorumluluğu üstlenemem!”

Vali, emniyet müdürü, polis, olaya sessiz kalmış; sığındığım dükkâna önce bir manga asker gelmiş, sonra beni kapı önünde bekleyen yüzlerce saldırganla başbaşa bırakıp gitmişti!

Hakkını yememeli; “Al ağabicim, temizle şu namussuzlardan birini!” diyen sivil polisin ilgisini nasıl unuturum!

 

MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI BÜTÇE GÖRÜŞMESİ

19 Ocak 1967

BAŞKAN- T.İ.P. Grubu adına Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı, buyurun efendim.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; T.İ.P. Meclis Grubu adına 1967 yılı Millî Eğitim Bakanlığı bütçesini eleştirmek için çıktığım bu kürsüden Türk millî eğitiminin bir tablosunu çizerek sözlerime başlayacağım.

Bir yanda nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı 35 bin köyden 15 bininde hâlâ okul yoktur ve 13 milyon insan alfabesizdir.

Bir yanda, tarihimizin hiçbir döneminde bugünkü kadar ezilmemiş, kanun, mantık ve medeni ölçüler dışında cezalandırılmamış bir öğretmen sorunu vardır.

Türkiye’de yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 2 milyon insan Türkçe bilmemektedir.

Tarımla uğraşan 20 milyon köylüden ancak 3800 kişi tarım okullarında okumaktadır.

32 milyon nüfuslu Türkiye’mizde Cumhuriyetten bu yana üniversite ve yüksek okullardan ancak 167 bin kişi mezun olmuştur.

Kültürümüz, deneme ilkokulları, deneme liseleri, fen lisesi, yabancı uzmanlar, barış gönüllüleri, Teksas kovboy dergileri ve bir de yerli sorumsuzlar tarafından yozlaştırılmaktadır.

Eğitim ve öğretimimiz özel okullar, özel yüksek okullar, özel dershaneler, özel ders kitapları yoluyla birer ticaret malı haline getirilmiştir.

Sınıflara 80’er öğrenci doldurulmakla, dersler öğretmensiz geçmektedir.

Teknikerler ölüm yürüyüşünde, Karadeniz Teknik Üniversitesi kapanmak üzeredir.

Sayın milletvekilleri;

Dünya ülkeleri ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda büyük değişmeler göstermektedir. İnsanlar da bu paralelde gelişmek ve değişmek durumundadır.

Halkımız da işçisi, köylüsü, esnafı, memuru, teknisyeniyle yeni yeni araçlar, makineler kullanmak zorundadır. Bu yüzden çalışan insanların tümünün, en azından orta öğretim düzeyinde bir temel eğitimden geçirilmesi, meslek bilgileri kazanması gerekmektedir. Böyle bir eğitimden geçmemiş hiçbir işçi, köylü, esnaf, toplum kalkınmasında yararlı olamaz.

Şu halde, genel öğretim veren okul, yurttaşı salt yüksek okula hazırlayacak bir yapıda değil, onu, üretici duruma geçirecek, yurt ekonomisine katkıda bulunduracak bir eğitim ve öğretim vermelidir.

Türkiye’de vatandaşa iki yoldan eğitim vermek zorundayız; bir yandan yeni yetişmekte olanlara ve yetişkinlere okuma-yazmayı öğretirken, bir yandan da her vatandaşın genel ve meslek bilgisini en yüksek düzeye çıkaracak imkânı sağlamalıyız.

1948’de kabul ettiğimiz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesinde, “Her insanın eğitimde hakkı vardır. Eğitim parasızdır, temel eğitim mecburdur. Teknik ve meslekî eğitim herkese açık olacaktır. Yüksek öğretim, kabiliyeti ölçüsünde herkes için eşit ölçüde sağlanacaktır. Eğitim, insan kişiliğinin gelişmesine, insan haklarının ve temel özgürlüklerin kuvvetlenmesine yönelecektir” denmektedir.

Türk Anayasası da aynı paralelde buyruklarla doludur.

Eğitim, topluma yararlı olmadıkça, büyük çoğunluğu kapsamadıkça ve onları üretici duruma geçirmedikçe küçük bir azınlığın fantezisi olmaktan öteye geçemeyecektir.

Sayın milletvekilleri; millî eğitim düzenimiz demokrasi ve insan haklarıyla çelişmektedir.

Eğitim düzenimizde fırsat eşitliği yoktur. Oysa Anayasanın baş buyruklarındandır. Fırsat eşitliğinin uygulanmadığı düzenlerde varlıklı sınıfın egemenliği vardır. Bir çeşit faşist uygulamadır bu.

Fırsat eşitliği, aynı zamanda bir imkân eşitliğidir. Bir yerde kaloriferli okul, bir yerde tezekli okul, bir yerde laboratuarlar, bir yerde tek ders aracı, tebeşirle kara tahta! Bir yerde her ders için bir öğretmen, bir yerde bütün bir okula tek öğretmen. Bu iki ayrı tip okuldan mezun olan çocuklara: “Sınavı kazanan, üst okullara gidebilir” demek kadar gülünç bir şey olabilir mi? Devlet, öğrenciler arasındaki, doğduğu bölgelerden ve ailelerinin ekonomik yapısından dolayı meydana gelen farklılığı mümkün olduğu oranda ortadan kaldırmadıkça eğitimde fırsat eşitliğinden söz edilemez.

Türkiye’de eğitimin, nüfusun ve gelirin en az olduğu yerde en az, nüfusun ve gelirin en çok olduğu yerde en çok uygulandığı bir gerçektir.

Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde her şey Batı’ya göre farklıdır.

1965 sayımına göre okuma-yazma oranı İstanbul’da % 88,5 iken Diyarbakır’da % 9,4 tür.

Türkiye'de ortaokul ve lise öğretmenlerinin dörtte birinden azı üniversite mezunudur. Bunlar büyük çoğunlukla Batılıdır. Doğu da yok denecek kadar azdır. Ortaokullarda görev yapan öğretmenlerin üçte biri, ilkokul öğretmenlerinin üçte ikisi, lise öğretmenlerinin dörtte üçü “asıl” öğretmendir ve bunlar çoğunlukla Batı illerinde çalışmaktadır.

Batı Anadolu okullarında yer değiştiren öğretmen sayısı pek azdır. Ama Doğu’da yer değiştiren büyük çoğunluktadır.

Öğretmen maaş ortalamaları bakımından da büyük bölge farkları vardır. Yüksek maaşlı öğretmenler Batı ve Kuzey-Batı illerindedir. En düşük maaşlar ise Doğu illerinde ödenmektedir.

Batı’da eğitime ayrılan para nüfus başına daha çok, bütçelerinin büyük bir kısmını okul inşaatına ayıran Doğu’da ise daha az isabet etmektedir.

Bu şartlar altında Doğulu gençlerin üniversitelere girebilme imkânsızlığı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Köy-şehir ayırımının, Doğu-Batı farkının kaldırılması ulusal bir zorunluluktur. Bu dengesiz ve adaletsiz uygulamalar devam ettiği sürece bir kültür birliğinden dem vurmak havada bir söz olarak kalacaktır.

Türkiye’nin dört bir yöresine fırsat ve imkân eşitliği götürme zorunluluğu yanında bölgelerin yapısını dikkate alacak müfredat programları hazırlamak da vardır. Hakkari’nin bir köyündeki çocuğa İstanbul’daki modern şey bir anlam vermez. Okulla hayat, okulla çevre arasında sıkı bir ilgi vardır. Çünkü okul hayatın ta kendisidir.

Sayın milletvekilleri, bugün 35 bin 282 köyden 15 bin 636’sında okul yoktur. Olanlar ise olmayanlardan bir anlamda farksızdır.

Gözlemler göstermiştir ki, köy okulunda uygulanan, köy gerçeğiyle ilgisi olmayan müfredat programı, çocuğa “fantezi” kabilinden birtakım soyut, havada bilgiler öğretmekte ve bu bilgiler aradan bir iki yıl geçtikten sonra unutulmaktadır. Yıllar, emek ve paralar boşuna harcanıp gitmektedir. Böylece ilköğretim köy çocuğu için sanıldığı gibi, “insan olmak dâvası değildir. İlkokul, köy çocuğuna, alfabeyi öğretmekten öteye geçmediğine göre ilkokul tahsiline, köylüyü kurtaran tek yol gözüyle bakmak yanlış bir yargıdır.

Orta öğretim ve üniversite bugün köy çocuğu için kapalıdır. Köy çocuklarının okutulup üretici birer meslek sahibi edilmeleri, üstün yetenekte olanlarının liselere, meslek okullarına, üniversitelere gönderilmesini sağlayacak bir kuruluş gerekmektedir. Bu konuda geçen yıl verdiğimiz ve maalesef millî eğitim komisyonunda reddedilen “8 sınıflı parasız yatılı köy bölge okulları kanun teklifi” en geçerli bir çözüm yolu getirmekte idi. Bu teklif kabul edilseydi; köylü çocuğu 8 sınıflı bir okulu bitirmiş olacak ve terzilik, duvarcılık, marangozluk gibi gelir getirecek bir meslek sahibi olacak yada liseye, üniversiteye gidebilme olanağına kavuşacaktı. Bugünkü haliyle ilkokullar ve ekonomik şartlar köy çocuğunu yukarı okullara gönderemediğine göre A, B, C öğretmekten öteye geçilememektedir.

35 bin küsur köyden 20 binine okul açılmıştır. Ama ne var ki, bu yatırım köylü için bir anlamda israftır. Çünkü köy okulu bugünkü haliyle Türk köyünün istediği daha doğrusu yararlanacağı tipte bir eğitim ve üretim verememektedir. Bu yüzden köylümüzün okula güveni kalmamıştır. Okulların, halkın ilgisini çeken tek yönü, çalışmadan kazanma olanağını sağlamasıdır. Bugün, eğitim düzenimiz, eğitim görenin “az çalışıp çok kazanmak” inancı doğrultusundadır. İşe ve çalışana “aşağılık” olarak bakılmaktadır. Köylü, çocuğunu okutmayı kendisine benzememesi için istemektedir.

Eğitim gören birçok halk çocuğu, halkı hor görmekte, bir daha geri dönmemek üzere halktan ayrılmaktadır. Yani sınıf değiştirmektedir bir anlamda. Bu davranış da halktan yana görünüp halkın sırtından geçinenlerin arzuladıkları bir sonuç olmaktadır.

Sayın milletvekilleri; millî eğitim düzenimizin Türkiye gerçeğiyle ilgisi yoktur. Teknik öğretime önem verilmemektedir. Türkiye’nin kalkınması, her türlü bağımsızlığını kazanması ve koruyabilmesi için hızla sanayileşmesi gerekmektedir.

Teknik öğretim, ulusları her alanda kalkındıran tekniğin uygulayıcılarını yetiştiren bir öğretim dalıdır. Ne var ki, Cumhuriyetle birlikte ele alınan bu konu, yurdumuzda hâlâ gerçek değerini ve yerini alamamıştır.

Türkiye’de çalışan 14 milyon nüfusun yaptığı işler ve bunların istediği bilgi ve beceri incelemeleri yapılmamıştır. Bu yapılmayınca, eğitilmiş insan gücü yetiştirmek ödevinde olan bütün eğitim çabaları plânsız, maksatsız bir işleyişle yürütülmektedir.

Yalnız orta dereceli teknik okulların değil, yüksek teknik okulları ve teknik üniversitelerin bile böyle bir araştırma ve plândan yoksun olduğunu görüyoruz.

Türkiye’de birkaç meslek okulu hariç bütün okullar üniversiteye öğrenci yetiştirecek yapıda kurulmuştur: İlkokullar ortaokullara; ortaokullar liselere; liseler de üniversiteye öğrenci yetiştirir.

1965 yılına kadar ilkokullardan 6 milyon 89 bin, ortaokullardan 697 bin 276, liselerden ise 387 kişi mezun olmuştur. Tümü 7 milyonu bulur. Bu sayıya karşılık da üniversitelerden ancak 166 bin 648 kişi mezun olmuştur. Bu duruma göre 42 kişiden biri üniversiteyi bitirmiştir. Şimdi, Türkiye’de 6 milyon 909 bin 605 kişi hayatında lâzım olacak hiçbir teknik ve meslek bilgisi almadan birtakım işler yapmaktadır. 1965 yılına kadar meslek okullarından mezun olanların sayısı ancak 267 bin kişidir.

Bu tablo politik nedenlerle her ilçeye bir lise, her nahiyeye bir ortaokul açmak istemenin gülünçlüğünü, yersizliğini göstermektedir.

Bugün ortaöğretimde öğrencilerin ancak yüzde 24’ü teknik ve meslek okullarında okumaktadır. Bir yabancı ülke ile kıyaslamak gerekirse; İsrail’de ortaöğretim çağındaki çocukların yüzde 61’i meslek ve teknik öğretimde okumaktadır.

Meslekî ve teknik öğretimi kalkınma çabamızda en önemli bir unsur sayıyor, öğretimin genellikle teknik öğretime yöneltilmesinde büyük faydalar umuyoruz.

Ne var ki, uygulamalarda acı gerçekler birbirini kovalamaktadır: Mevcut sanat okullarının sayılarının azlığı yetmiyormuş gibi bir de bu okulları bitirenlerin % 65’i kendi branşları dışında işlerde çalışmaktadır.

Teknik okullar bulundukları bölgelerdeki fabrikalarla hiçbir ilişki kurmamaktadır. Bu okulların binaları elektrik, su ve bütün tesisleri ve onarımları öğrenciler tarafından değil müteahhitlerce yapılmaktadır. Kendi işini kendi yapmaktan tabiî ne olabilir.

Bütün teknik okullar, sanat enstitüleri ortaokula dayalı hale getirildiği için köylü ve varlıksız ailelerin çocuklarının yüzlerine kapanmıştır. Keza kız enstitüleri de ortaokul mezunu öğrencileri almakla ortaokula gidemeyen fukara çocuklarına kapanmıştır. Ancak, kız enstitüleri bu konuda fukara çocuğu için bir kayıp sayılamaz. Çünkü bu okullarda uygulanan müfredat programı bir aristokrat eğitiminden aşağılara inememektedir. Çiçekçilik, modacılık, pastacılık hangi köy ve kasaba kızını ilgilendirmektedir? Kız enstitüsünden mezun olan birçok hanım arasında, dünyanın ünlü krallıklarındaki yemekleri rahatlıkla yapabildikleri halde, bir bulgur pilâvını pişiremeyenler çok görülmüştür.

Sayın milletvekilleri, son yıllarda dört bir yanda mantar gibi yükselen özel yüksek okullar var.

Anayasanın 120’nci maddesi açık ve kesindir, "Üniversiteler, ancak devlet eliyle ve kanunla kurulur" der. Ana amaçlarıyla birer üniversite yada fakülte niteliğinde olan özel yüksek okullar, buna rağmen özel kişiler tarafından kurulmuş; eğitim, bilim ticareti yapan kurumlar haline getirilmiştir.

Her yıl binlerce lise mezunu genç, üniversiteye giriş sınavını kazanamamakta ve yüksek öğrenim yapamamaktadır. Ama bunlardan bir kısmı çok yüksek bir ücreti ödeyecek bir durumda olduğu için sınavlarını kazanamadığı fakültelerin bütün haklarına sahip özel yüksek okullara girebilmektedir.

Bu okullarda devlet üniversiteleri öğretim üyeleri ders vermektedir. Profesörler, okul patronları arasında rekabet konusudur. Kimin listesinde ünlü profesörlerin adı çoksa o özel yüksek okula öğrenci fazla rağbet göstermektedir. Bu öğretim üyelerini, devlet yüz binler harcayarak yetiştirmiştir. Yüz binlere mal olan bir bilim adamı, birkaç bin lira karşılığında bir yüksek okul patronunun emrine girmemelidir. Bilim adamı ancak toplumun yararına iş görür, ancak toplumun emrindedir. Çünkü onu bilim adamı yapan toplumdur.

Eğer bu bilim adamları salt para için bu özel yüksek okullarda çalışıyorsa bunları tatmin ederek öğretim dışındaki zamanlarının bilimsel çalışmalara yöneltilmesi sağlanmalıdır. Buna rağmen bilimsel çalışmalar yapacak kadar vakitleri varsa üniversitelerde devlet hesabına ikili öğretim yapmalıdırlar.

Sayın milletvekilleri, öğretmenler büyük baskı altındadır. Bir yıl içinde 400 öğretmen cezalandırılmış, 2211 öğretmenin meslekten ayrılmasına sebep olunmuştur.

Suçlar ve cezalar kanunlar tarafından tespit edilir. Ama kişilerin tertip ettikleri cezalar, bir gün, o kişilerin suçu haline dönüşür. İnsan büyük bir varlıktır. Onu bir madde halinde görüp potaya koyarak mum gibi eritmek ve yeni bir biçime sokmak istemek kimsenin haddi değildir. Bunun zaman zaman denendiğini tarihler yazar. Ama buna özenti duyanların bu yolun bir karikatürünü dahi çizemediğini yine yakından görmekteyiz.

Türkiye’de uygarlığın, kültürün, devrimlerin yerleşmesinde, yayılmasında daima öncü olmuş öğretmene karşı durmak, yeni bir olay değildir. Kubilây’dan son Horasan olayına kadar bir kısım “kıvamına getirilmiş” grupların kelle istemesiyle, öğretmenleri kendi politikası potasında eritmek isteyen görevlilerin zihniyeti farklı değildir. Her ikisi de öğretmeni, düşüncesine görüşüne politikasına engel saymış ortadan kaldırmak istemiştir.

Ama öğretmen vardır ve yaşayacaktır. Öğretmen Anayasacı, öğretmen devrimci, öğretmen halktan yana kaldıkça mutlaka yaşayacak ve daha da büyüyecektir.

Öğretmen, elbette Atatürk devrimlerine bağlı kalacaktır. Elbette emperyalizme karşı koyacaktır. Elbette Mobil ve Shell şirketlerinin propaganda takvimlerini duvardan indirecektir. Çünkü, Türk millî eğitiminin amaçlarından biri, “millî kaynakları korumayı, değerlendirmeyi ve geliştirmeyi" istemektedir.

Elbette öğretmen, toprak reformundan yana çıkacak. Çünkü Anayasa; “mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ve de “devlet, topraksız olan veya yeterli toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlar” buyurmaktadır.

Öğretmen elbette bugünkü eğitim düzeninin bozuk olduğunu söyleyecek, çünkü Anayasa; “halkın öğrenim ve eğitim ihtiyacını sağlamak devletin başta gelen ödevlerindendir" der. Çünkü hâlâ 15 bin 600 köyde okul yoktur.

Kişilerin, okuduğu kitaplardan, fikirlerinden, düşüncelerinden, sevgilerinden dolayı cezalandırıldıkları olmuştur. Bu konuda zaman zaman engizisyon mahkemeleri de kurulmuştur. Ama, Anayasayı savunan, bağlı bulunduğu müfredatı uygulayan millî eğitimin amaçlarını benimseyen öğretmenin cezalardan ceza beğenmesi olayını hiçbir kitap kaydetmemiştir.

“Üç yüz öğretmen temizlenirse mesele hallolur,” zihniyeti korkunç bir despotizmdir. İnsanlar ölür, ama fikirler ölmez. İnsanı açlığa mahkûm edebilirsin, hapsedebilirsin, hattâ öldürebilirsin! Ama fikri, asla! Fikri olan insan bâzı çevrelerde sevimsizdir. Öğretmen bu sevimsizlerden olmak zorundadır.

Dünyanın hiçbir uygar ülkesinde öğretmeni bir bakan, bir memur cezalandırmaz. Millî Eğitim Bakanlığına verilmiş, bu öğretmeni cezalandırma hakkı derhal geri alınmalıdır. Bakanlar bu hakkı daima kötüye kullanmışlardır. Bir bakanlık memuru, öğretmeni nasıl cezalandırabilir! Bu memur bir genel müdür de olsa yine bir memurdur. Demokrasilerin uygulandığı ülkelerde öğretmen de suç işleyebilir. Ama bunun takdiri mahkemelere aittir. Suç meslek suçu ise onu da öğretmenlerin seçtikleri meslek kuruluşları, öğretmenlerin seçtiği disiplin kurulları cezalandırır.

Bakanın, bakanlık memurlarının öğretmeni, Anayasayı, kanunları, programları uyguladığı için cezalandırdığı yerde demokrasiden, insan haklarından söz etmek en azından gülünçtür!

A.P. iktidarı ışıktan, aydınlıktan, gerçeklerden korkmaktadır. Bu yüzden öğretmenden de korkmaktadır. Bugün yine gazetelerde yeni bir haber çıktı; Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Başkanı müfettişlikten alınıp Elâzığ’ın bir köyüne sürülmüş.

BAŞKAN- Tamam efendim, vaktiniz bitmiştir, lütfen bağlayınız.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Bir cümle Sayın Başkan. Bu, gerçekten vatanseverlerin cezalandırılmasının açık ve yeni bir örneğidir; Türk öğretmeni Adalet Partisi iktidarını affetmeyecektir. (A.P. sıralarından gülüşmeler ve anlaşılmayan müdahaleler)

İHSAN ATAÖV (ANTALYA)-Adalet Partisi iktidarı da sizin gibi komünistleri affetmeyecektir.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Senin gibi faşistleri affetmeyecektir. (A.P. sıralarından müdahale) Adam gibi oturun ve konuşun.

BAŞKAN- Karşılıklı konuşmayınız efendim, lütfen yerinize oturunuz.

Bu konuşma böylece sona ermiştir.

 

KÖY İŞLERİ BAKANLIĞI BÜTÇE GÖRÜŞMESİ

Ocak 1967

BAŞKAN- Türkiye İşçi Partisi adına Yusuf Ziya Bahadınlı.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)-Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Köy İşleri Bakanlığı Bütçesi münasebetiyle Türkiye İşçi Partisi Meclis Grubu adına bu konudaki görüşlerimizi sunacağız.

Köy İşleri Bakanlığı, köyün, toprak, su, yol ve eğitim meselesini görev edinen bir Bakanlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Hâlâ teşkilât kanunu yoktur. Şimdilik dört genel müdürlük bağlanmıştır: Toprak ve İskân İşleri, Toprak-Su, Yol-Su-Elektrik ve Halk Eğitim Genel müdürlükleri...

Ancak, bu genel müdürlüklerin bağlı olduğu bakanlıklardan niçin ayrıldıklarının sebebini kavrayamıyoruz.

Niçin Tarım Bakanlığı hâlâ var? Bu mantığa göre, Tarım Bakanlığının da Köy İşleri Bakanlığına bağlanması ve adının da “Tarım Genel Müdürlüğü” olması gerekir. Tabiî böyle şey olmaz.

Neden Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü, Köy İşleri Bakanlığına bağlanıyor da, köydeki okullar Millî Eğitim Bakanlığında kalıyor? Cevap olarak: “İlkokullar yalnız köylerde değil, kasabalarda, şehirlerde de var” denecektir, belki. Ama kasaba ve şehirlerde halk yok mu? Kasaba ve şehirlerdeki halkın eğitimine hangi halk eğitim müdürlüğü bakacaktır? Bu hale göre, köydeki çocuklar Millî Eğitim Bakanlığına, anaları ve babaları da Köy İşleri Bakanlığına bağlı olacaklar. Millî Eğitim Bakanlığı yalnız okullara baksaydı “Okullar Bakanlığı” denirdi, başına bir “Millî” sözcüğü eklenmezdi. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğünün Başbakanlığa, tarım okullarının Tarım Bakanlığına bağlı olmalarının garabeti gibi...

Yalnız şu bir gerçektir ki, Köy İşleri Bakanlığı kuruluşunun dayandığı mantık, diğer bakanlıkların teşkilâtlanma mantığından aykırıdır. Öbür Bakanlıklar hizmetlere göre birbirinden ayrılmış ve örgütlenmiştir. Devlet teşkilâtının fonksiyonel birimleridir, eğitim, sağlık, bayındırlık ve saire hizmetlere göre bakanlık kuruluşları...

“Köy” kavramı ise eğitim, sağlık, bayındırlık gibi bir hizmet bir fonksiyon ifade eden bir kavram değildir. Hep bildiğimiz gibi köy, “mekânda taazzuv etmiş”, ekonomik temeli tarım olan bir topluluktur. “Köy İşleri Bakanlığı” dediniz mi, mantıkî olarak bunun karşılığı bir “Şehir İşleri Bakanlığı” akla gelir. Köye ait devlet hizmetlerinin, ait oldukları bakanlıklarca temini mümkünken, bu hizmetleri ait olduğu bakanlıklardan ayırıp Köy İşleri Bakanlığı adı altında yeni bir kuruluşa bağlamaya neden lüzum görülmüştür, bunda ne gibi fayda vardır? Anlamak zordur...

Burada akla şu nokta geliyor. Beş Yıllık Plânda “toplum kalkınması” adı altında, köy kalkınması ile ilgili bir bölüm vardır. Bu bölümde köye özgü meseleler belirtilmekte ve köy kalkınması, ayrı bir kalkınma felsefesi ve yöntemi ileri sürülmektedir. Ayrıca köy çalışmalarının idarî bakımdan dağınık olduğu, bakanlıkların ve aynı bakanlığa bağlı çeşitli kısımların aynı alanda ve benzer işleri birbirinden habersiz olarak yaptıkları ve bu durumun gereksiz yere insan emeği ve araç kullanılmasına sebep olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, “aynı dağınıklık ve koordinasyon noksanlığı programların özü ve metotları bakımından görülmektedir” deniyor.

Plândaki bu görüşler hatırlanınca. Köy İşleri Bakanlığının kurulmasının gerekçesi acaba bu mudur? sorusu sorulabilir. Ama Beş Yıllık Plânın aynı bölümünde teşkilât konusunda şöyle denilmektedir:

“Türkiye’de mahallî topluluklara hizmet götüren büyük bir teşkilât vardır. Bugün çeşitli çalışmaları yürütmek üzere köylerle ilişkisi olan devlet memurlarının sayısı 70 binin üzerindedir. Bunun yanı sıra yeni bir teşkilâtın kurulması önemli tekrarlara sebep olacaktır. Bu bakımdan konunun, bir teşkilat kurma değil, var olan teşkilâtın yeni bir çerçeve içinde, yeni baştan düzenlenmesi şeklinde ele alınması gereklidir. Aslında bugünkü teşkilât amaç ve ilkeler bakımından toplum kalkınması çalışmalarına çok yakın bir çalışma yaptığından, böyle bir düzenlemenin gerçekleştirilmesi de oldukça kolay olacaktır.”

Plânın öngörüşüne biz de katılırız. Mesele bürokrasiyi artıran, tekrarlara, tedahüllere, hizmet bölümlerine yol açan yeni bir teşkilât kurmak değildir. Rasyonel, verimli bir koordinasyonu sağlamaktır.

Köy kalkınması için ayrı bir kalkınma görüşü ve yöntemi gerektiği konusunda ise bâzı ihtiraz kayıtlarımız vardır:

Plânda, “Kamu hizmetlerinin yürütülmesinde şimdiye kadar uygulanan usûl, devletin tek taraflı hareketi şeklinde olmuştur” denilmekte ve şu görüş belirtilmektedir:

“Köylünün temel ihtiyaçlarının karşılanması, için uzun bir zaman gerekecektir.” Bunun için de köylülerin “kamu faaliyetlerine gönüllü olarak katılması” öngörülmektedir.

Türkiye İşçi Partisi, kalkınmanın emekçi halkın şevkli, inançlı çabasıyla mümkün olacağını programına koymuştur. Ama şimdiye kadar ve bugün uygulanan usûl, gerçekten halkın, “gönüllü katılması” mıdır? Plândan önce de köylümüz okul, yol, içme suyu tesisleri yapılmasına katılmıştır. Ama bu katılmaları, halkın kendi isteğiyle olmaktan ziyade, mevzuata ve bu hizmetlerin sağlanması için idari makamlar tarafından şart koşulmakla gerçekleştirilmiştir. Ve bu katılmalar çokluk, bedenen çalışma şeklini aldığından bir angarya niteliği kazanmaktadır. Aynı hizmetler kasaba ve şehir halkına tek taraflı olarak devlet tarafından temin edilirken, esasen çoğunluğu yoksul ve perişan durumda olan köylümüzü ücretsiz çalışmaya zorlamak sosyal adalete, angaryayı yasaklayan Anayasaya uygun değildir.

Birinci Beş Yıllık Plânın 1967 yılı programı, köylünün “İnsanlık haysiyetine yaraşır bir yaşama seviyesine çıkarılmasından” söz etmektedir.

Plânlama Türkiye gerçeklerine parmak basarken hükümet bunlardan habersizdir. Başbakan ayrı bilgiye sahip, bunun için ayrı düşünüyor, Maliye Bakanı, aynı konuda bir başka bilgiye sahip olduğu için, o da değişik yargılara varıyor. A.P. grup sözcüsü ise, aynı meselede çok daha değişik bir sonuca varıyor. Böylece plân ile hükümet programı birbirine karışıyor. Bir örnek vermek istiyorum:

Başbakan, köylünün toprağa kavuşturulacağını söylüyor. (Hükümet programı) Maliye Bakanı, 1967 yılı Bütçe Kanunu münasebetiyle, Türkiye’de 500 bin topraksız aile olduğunu söylüyor. İşlenmekte olan toprağın 24 milyon dönüm olduğunu, bunun 9 milyon dönümünün büyük topraklar olduğunu, bunlar dağıtıldığı takdirde yine 47 bin ailenin topraksız kalacağını söylüyor.

Bir A.P. Grup Sözcüsü ise şu beyanda bulunuyor:

“Türkiye’de 500 bin topraksız köylü diye bir mesele yoktur. Kiracı, yarıcı ve bâzı siyasi partilerin pek ümit bağladıkları marabacılar bu çiftçi aileleri içinde ancak 89 bin kişidir ve çiftçi ailelerinin yüzde 3,8’ini teşkil etmektedir.

Bu toprakları devletleştirip 200 dekarlık parçalara ayırdığımız takdirde Türkiye’de topraklandıracağımız insan, milyonlarca köylü ailesi değil, ancak 50 bin köylü ailesidir.

Binaenaleyh, torak reformu muhtevası boş ve halkı boş yere oyalayan bir mevzudur” (Tutanak Dergisi, 8.11.1965 tarih, 223, 244 sayfa)

Köy İşleri bakanlığı daha gerçekçi. Çıkarmış olduğu “Köy Envanter Etütleri”nde doğruları bir bir sıralıyor. Bu bakanlığın Ağrı, Kars, Erzurum, Mardin, Diyarbakır ve Hatay’a ait hazırladığı envanterde şu bilgileri okuyoruz:

“Bu altı ilin köylerinin ortalama 14’ü tek kişinin, 20’si bir ailenin, 7’si de bir sülâlenindir. Altı ilin çiftçi aile yekûnu 380 bin 980’dir. Hiç toprağı olmayan çiftçi ailesi ise 130 bin 27’dir. Ve ortalama oranı yüzde 35,5'tir. Bu topraksız ailelerin büyük bir kısmı ya geniş arazi sahiplerinin yanında yada kasaba ve şehirlerde oturduğu halde köylerde toprağı olan toprak sahiplerinin arazilerinde tarım işçisi, ortakçı ve kiracı olarak çalışmaktadır.”

Köy İşleri Bakanlığının yaptığı en olumlu çalışma, köy envanter etütlerini hazırlamak olmuştur. Bütün iller tamamlanırsa gerçekten Türkiye’yi, Türk köylerini sosyal, ekonomik ve bütün yönleriyle tanıma fırsatı doğacaktır.

Bu altı ilin envanteri, bir anlamda, bütün Türkiye'yi yansıtmaktadır. Bu bakımdan altı ilin köylerinin ekonomik ve sosyal yapılarından söz etmekle bütün Türkiye’den, bütün Türk köylerinden söz etmiş olacağız. Çünkü arada bölge farkları olmakla beraber, Türk köylüsünün büyük çoğunluğunun durumu her yerde yoksul, perişandır.

Altı ilin toprak durumu ortalamasında topraksızların oranı yüzde 35,5. Ve bunlar da büyük çoğunlukla tarım işçisi, ırgat olarak çalışmaktadırlar.

Altı ilin 4000 köyünden, 1000’inde hiç içme suyu yoktur. Bu köyler su ihtiyaçlarını sarnıçlara biriken kurtlu yağmur sularından, dere ve gölden yada çevre köylerden kadınların, çocukları sırtlarında taşımalarıyla sağlanmaktadır. 1000 köyde de sular yaz mevsiminde azalmakta, büyük sıkıntı çekilmektedir.

Su meselesi, bilhassa Doğu illerinde bir dâvadır. Örneğin Urfa ilinde büyük bir meseledir. Viranşehir ilçesinin Ceylânpınar bölgesinde 12 artezyen kuyusu açılması karar altına alınmış, 1964’te 6 kuyu açılmış fakat motor temin edilmediğinden su tevziine başlanmamış, kuyular bugüne kadar kapalı vaziyette bırakılmıştır. Bu yüzden bura halkı yazın sulak yaylalara göç etmekte, dönüşte de şiddetli arazi ihtilâfları yer almaktadır.

Altı ilin okuma yazma ortalaması yüzde 15,25’tir. Okuma- yazma bilmeyenler ise yüzde 84,75 oranındadır. 4000 köyün yarısına yakın miktarda okul yoktur. Okula devam eden 160 bin öğrenciden 7000’i ortaokula, 3000’i liseye, 500’ü de üniversiteye devam etmektedir.

Altı ilde 105 köyde sıtma, 406 köyde trahom, 179 köyde cüzzam ve 145 köyde yerleşmiş verem hastalıkları vardır. 4000 köyde ancak 102 ebe, 285 sağlık memuru ve 135 köyde de telefon vardır.

Altı ilde 4000 köyün 3000’i tezek, 300’ü samanla ısınmaktadır.

Yine altı ilde köylerin yüzde 95’i kandil, çıra ve gaz lâmbasıyla aydınlanmadadır.

Hükümet programında, “Tarım kredisi, Türk köylüsünü kalkındırmanın önemli vasıtalarından biridir. Çiftçimiz halen Ziraat Bankasına ağır şekilde borçlandırılmış durumdadır” denmektedir.

Gerçekte ise, köylerde faizcilik halkın belini bükmekte, tefeciye çok yerde yüzde 100 faiz verilmektedir. Banka ise kredileri tüccara vermektedir. 1960 yılı sonu tarım kredi kooperatifleri ortaklarına verdiği krediler şöyledir:

118 993 kişi bir yılda ortalama 167’şer lira,

33 497 kişi bir yılda ortalama 88’er lira,

148 622 kişi bir yılda ortalama 281’er lira kredi almışlardır.

1964'te ise Ziraat Bankasının müstahsile doğrudan doğruya verdiği krediler:

220 698 kişi bir yılda ortalama 74 lira. 485 836 kişi bir yılda ortalama 220 lira. Yekûn: 16,5 milyon lira tutuyor. Oysa aynı banka 246 kişiye 28,5 milyon lira kredi açmıştır.

Plân, “Ekonomide fiyat istikrarını sağlanması için harcanacak çabalarda fiyat dalgalanmalarının, üretici üzerindeki olumsuz etkisi göz önünde tutularak, tarımda üretimi artırabilmek, çiftçiyi daha yüksek bir gelir düzeyine eriştirmek amacı güden bir fiyat politikası uygulanacaktır” demektedir.

Oysa bir örnek olarak söylüyorum, bu yıl Ege tütün piyasasında tütün ekicisinin emeği insafsızca çiğnenmiş, yetiştirdiği tütün için yaptığı masrafı dahi kurtaramamış, aldığı kredi toprak kirasına bile yetmemiştir Çünkü fiyatlar iki liraya kadar düşürülmüştür. Fiyatlar, randıman esasına göre tespit edilmemiştir.

Plân, Köy kademesinde sağlanan ilköğretim, kişileri hayata ve çevrelerine hazırlayan programlar içerisinde verilecektir.

Köy ilkokul mezunlarının yukarı eğitim kademelerine devam edebilmelerini sağlayacak yeter sayıda burs imkânları artırılacaktır” demektedir.

Oysa Millî Eğitim Bakanlığı, köy ilkokul çocuklarına A, B, C okutmakta direnmektedir. Köy ilkokul mezunlarının yukarı eğitimi üzerinde ne Millî Eğitim Bakanlığı, ne de Köy İşleri Bakanlığına bağlı Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü ilgilenmektedir.

Halk Eğitimi Genel Müdürlüğünün köylünün eğitimi ile ilgilenmesi Millî Eğitim Bakanlığına bağlı iken mümkündü. Şimdi ise maddeten imkânsızdır.

Millî Eğitim Bakanlığının köylerde 60 binin üstünde öğretmeni vardır. 60,000 öğretmen ise, 60,000 halk eğitimcisi demektir. Köy İşleri Bakanlığının ise, sadece her ilde ve ilçede 1.000’i geçmeyen halk eğitim başkanı ile müdürü vardır. Bunlar şehirlerde oturur, işin formalitesini kovalamaktan öteye geçemezler.

Köy öğretmeni köylüyle kader birliği kurmuştur. Yeni bir halk eğitimcisi aramaya gerek yoktur. Bu da ancak halk eğitimini Millî Eğitim Bakanlığının yürütmesiyle mümkündür.

Teşekkür ederim, saygılarımla. (T.İ.P. sıralarından, alkışlar)

 

Yozgat Milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, öğretmeni kış ortasında naklettiği, Bakanlık emrine aldığı, görevine son verdiği ve Danıştay kararlarını uygulamadığı iddiasıyla Millî Eğitim Bakanı hakkında Anayasanın 89. maddesi gereğince bir gensoru açılmasına dair önergesi

23 Ocak 1967

BAŞKAN- Gensoruyu okutuyorum efendim.

Millet Meclisi Başkanlığına

Millî Eğitim Bakanlığının, özellikle ilerici, devrimci ve Türkiye’mizin her türlü bağımsızlığını savunan öğretmene olan olumsuz tutumu son günlerde şiddetini artırmış, kamuoyunda, öğretmenler üzerinde büyük huzursuzluk yaratmıştır.

Tarihimizin hiçbir döneminde öğretmeni böylesine ezen, hor gören, kendi politik doğrultusunda kullanmak isteyen ve sonunda da kanunların ve her türlü medenî ölçülerin dışına çıkarak, ona dünyayı zindan eden bir millî eğitim örgütü kurulmamıştır.

Gülünç ve uydurma gerekçelerle yada çok zaman bir gerekçeye de ihtiyaç duymadan öğretmeni kış ortasında süren; Danıştay’ın kararlarını uygulamayan Millî Eğitim Bakanı için Anayasanın 89. maddesi uyarınca bir “gensoru” açılmasına aracılığınızı dilerim.

Yozgat Milletvekili

Yusuf Ziya Bahadınlı

BAŞKAN- Bu gensoru üzerinde görüşmelere başlamadan evvel, bir önerge gelmiştir, okutuyorum

Sayın Başkanlığa

Türkiye İşçi Partisi’nden Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, öğretmenlerin nakilleri konusunda Millî Eğitim Bakanı hakkında bir gensoru açılmasını isteyen takririnin gündeme alınıp alınmaması için yapılacak müzakerelerde, konuşmaların 5 dakika ile tahdidini arz ve teklif ederiz.

Millet Meclisi                                           Millet Meclisi

A.P. Grup Başkanvekili      A.P. Grup Başkanvekili

Nizamettin Atabeyli                             Aydın Yalçın

BAŞKAN- Önerge aleyhinde buyurun Sayın Kodamanoğlu.

NURİ KODAMANOĞLU (Yozgat)- (...) Şimdi A.P. Grup Başkanvekili arkadaşınız sanıyorum oy çoğunluğuna da güvenerek, bu defa... (Soldan gürültüler.)

KEMAL BAĞCIOĞLU (Ankara) - Başka neye güveneceğiz?-

NURİ KODAMANOĞLU (Devamla) - Haklı olmaya güvenilir; Sayın Bağcıoğlu, haklı olmaya güvenilir; oy çoğunluğuna güvenmekle hiçbir şey hallolmaz, haklı olmamakla hallolmaz, haklı olmakla halledilir işler.

BAŞKAN- Sayın hatip lütfen karşılıklı konuşmayalım. (Gürültüler) Lütfen yerinizden müdahale etmeyin efendim.

NURİ KODAMANOĞLU (Devamla)- Konuşalım, Yüce Meclise her şeyi söyleyelim, haklı olup olmadığımızı yine oylarınızla halledin. Ama Türk Milleti de görsün neye oy verdiğinizi, niçin oy verdiğinizi...

BAŞKAN- Sayın Aydın Yalçın, lehinde buyurun efendim...

AYDIN YALÇIN (İstanbul)- Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım, Türkiye İşçi Partisi adına Yusuf Ziya Bahadınlı’nın vermiş olduğu gensoru takriri üzerindeki müzakerelerde beş dakika ile konuşmacıların fikirlerini ifade... T.İ.P. anlaşılan bu centilmen anlaşmasını geçen gün vermiş olduğu gensoru önergesiyle bozmuştur. Bu duruma göre karşımızda bizim kanaatimizce çok önemli ve çok ciddî bir durum vardır.

BAŞKAN- Sayın Fahri Uğrasızoğlu lehte.

(...) Henüz gündeme alınmamış bir mevzu üzerinde kucak dolusu evrakla, gazetelerle, dosyalarla millet kürsüsüne gelip her şeyi söylemek, her şeyi ifade etmek ve bu suretle Yüce Meclisin kürsüsünü saatlerce işgal etmek bu bakımdan fena bir teamüle yol açmaktadır. Bunu Yüksek Heyetiniz katî suretle önlemelidir. Asıl işin önemli olan taraflarından birisi budur. Kıymetli arkadaşlarımızın ifade ettiği gibi bu husus bizim asıl fonksiyonumuza engel teşkil etmektedir.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Yakında Bakan olursunuz.

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, hem önerge sahibisiniz, hem de yerinizden bağırıyorsunuz. Bu yakışmaz. (Gülüşmeler)Çok rica ederim yerinizden bağırmayınız.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Beş dakika konuşulmasını isteyenler 25 dakika konuşuyor.

BAŞKAN- Hâlâ bağırıyorsunuz beyefendi, çok rica ederim. Bu şekilde neyi halledersiniz acaba?

Muhterem arkadaşlarım, önerge üzerinde iki aleyhte, iki lehte konuşma tamamlanmıştır. Önergeyi kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Söz gensoru önergesi sahibi Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı’nındır. Buyurun efendim.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Önerge okunacak mı Sayın Başkanım?

BAŞKAN- Tekrar okunmasını istiyorsanız okuturum, evvelce okunmuştu.

Arkadaşlar, önergenin okunmasını arzu buyuruyor musunuz? (“Hayır" sesleri)

Buyurun.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, ben yüz bin öğretmenin doğrudan doğruya hayatını ilgilendiren bir meselede beş dakika konuşmaya, bu önemli konuyu beş dakikada harcamaya kendimde hak görmüyorum. Aksi halde öğretmenlere büyük haksızlık olur. (A.P. sıralarından gürültüler) Adalet Partisinin bu davranışını Türk öğretmeni unutmayacaktır. (A.P. sıralarından gürültüler) Adalet Partisi Meclis Grubunun bu zihniyetini protesto ediyorum ve önergemi geri alıyorum. (T.İ.P. sıralarından “bravo” sesleri)

BAŞKAN- Sayın arkadaşlarım; önerge sahibi önergesini ger almak istemektedir. Yüksek Heyetinizin müzakereye başlaması üzerine Meclis’in malı olmuş olan bu önergeyi oylarınızla ister verirsiniz, ister vermezsiniz. Bu hususu oylayacağım. Önergenin geri verilmesini isteyenler...

Y.T.P. Grubu adına Sayın Ekinci, buyurunuz.

Y.T.P. GRUBU ADINA CENGİZ EKİNCİ (Kars)- Muhterem arkadaşlar, sahibi tarafından geri çekilen bir önerge üzerinde grup adına bir görüş arz etmeyeceğiz. Teşekkür ederim. (Sağdan alkışlar)

BAŞKAN- Grubu adına Sayın Haşan Lâtif Sarıyüce, buyurunuz.

M.P. GRUBU ADINA HASAN LÂTİF SARIYÜCE (Çorum)- Muhterem Başkan, muhterem milletvekilleri. Millet Partisi Grubu da çok önemli olan bu konunun beş dakika içerisinde müzakere edileceğine kani değildir. Onun için biz de konuşmayacağız.

Saygılarımızla. (Sağdan alkışlar)

BAŞKAN- Grubu adına Sayın İhsan Ataöv, buyurunuz.

A.P. GRUBU ADINA İHSAN ATAÖV (Antalya)- (...) Günlerden beri tertiplenen bir düzenin hangi gerekçelere dayandığını 5 dakika içinde izah etmek elbette mümkün değildir. Ama bu 5 dakikayı değerlendirmek ve Yüce Milletimize 5 dakika içinde söyleyeceğimiz şeylerin neler olduğunu ifade etmek haklı olmanın bir insana verdiği bir cesarettir. (...) Bu din düşmanları ile, bu şeref düşmanları ile mücadeleye Adalet Partisi kararlıdır. Hürmetlerimle arz ederim. (A.P. sıralarından alkışlar)

(T.İ.P. sıralarından, “politikayı siz soktunuz” sesleri)

ŞABAN ERİK (Malatya)- Öğretmenleri tenzih ederim, bu adamın söylediği lâflardan.

BAŞKAN- Oturduğunuz yerden bu hakkı size kim verdi efendim, lütfen susunuz da hiç olmazsa tüzüğü tatbik etmeyeyim, çok rica ederim.

HAYRETTİN UYSAL (Sakarya)- C.H.P. Grubu adına söz istiyorum.

BAŞKAN- Buyurun.

C.H.P. GRUBU ADINA HAYRETTİN UYSAL (Sakarya)- Sayın Başkan, muhterem milletvekilleri, biraz önce bu kürsüde çok güzel bir demagoji örneği gördük. Türk öğretmenine bühtanda bulunan bu milletvekilinin sözlerini, Türk öğretmenleri adına, protesto ediyorum.

HAYRETTİN UYSAL (Devamla)- Tabanların topraktan kopuk senin. (A.P. sıralarından “Senin kopuk” sesi) Senin kopuk tabanların topraktan. Toprağa bas, toprağa. (Gürültüler)

BAŞKAN- Lütfen karşılıklı konuşmayınız

TALAT KÖSEOĞLU (Hatay)- Haysiyetsiz.

HAYRETTİN UYSAL (Devamla)- Vay haysiyetsiz (Gürültüler) Bakın Sayın Başkanım, kendini bilmeyen bir insan küfrediyor, küfrediyor. (Gürültüler) ("Senin adın o" sesleri)

BAŞKAN- Size bir ihtar veriyorum efendim. Lütfen susun. Yerinizden müdahale etmeyiniz efendim, çok rica ederim. Lütfen.

HAYRETTİN UYSAL (Devamla)- Sayın Başkanım lütfen, zabıtalara geçmiştir. Oradan ayakları topraktan kopuk, birisi küfretti. Lütfen o sözü geri alsın.

BAŞKAN- Efendim ihtar verdim. Şimdilik siz sözünüze lütfen devam ediniz. (Gürültüler)

ABDURRAHMAN GÜLER (Çorum)- Vatansız! (Gürültüler)

HAYRETTİN UYSAL (Devamla)- Benim vatanım burası, ben ayaklarımda çarıkla, ellerim nasırla bu topraklarda ekin ekmişim. Ben bu topraklarda bu memlekette inanmış ve çırpınmışım. (Gürültüler) Sen bana vatanım üzerinde ders veremezsin. Ben bu memleketin gerçek milliyetçisiyim. Ben... (Gürültüler)

BAŞKAN- Sayın Uysal, sözünüz bitmiştir. (Gürültüler) Müddetiniz bitmiştir. ("Sözünü kes” sesleri)

HAYRETTİN UYSAL (Devamla)- Sen bana ders veremezsin. Ben bu topraklar üzerinde doğmuşum, bu topraklar üzerinde kalacağım ve topraklar içinde çalışan...

ABDURRAHMAN GÜLER (Çorum)- Biz de öyle doğduk...

BAŞKAN- Sayın Uysal müddetiniz bitmiştir. (Gürültüler)

Lütfen susalım arkadaşlar karşılıklı konuşmaya devam etmeyelim.

TURHAN BİLGİN (Erzurum)- Ayakları topraktan kopmuştur sözünü izah ettirmediniz, Başkanım.

BAŞKAN- Efendim?

TURHAN BİLGİN (Erzurum)- Sayın başkanım, ayağı topraktan kopmuş insanlar ithamını izah ettirmeniz lâzımdır, izah ettirmediniz. Ne demektir?

BAŞKAN- Şimdi tekrar söz mü verelim efendim? Lüften oturun efendim. Tekrar söz vermeye hacet yoktur efendim.

Sayın Bakan, buyurun söz sırası sizin efendim.

TURHAN FEYZİOGLU (Kayseri)- Beş dakika mı Sayın Başkan.

BAŞKAN-Sayın Bakan müddetin 5 dakika olduğunu arz ederim. (Gürültüler) 

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI ORHAN DENGİZ (Uşak)- Hayır. (Gürültüler)

Sayın Başkan ve çok muhterem arkadaşlarım, burada Hayrettin Uysal arkadaşımız, “Türk öğretmenleri adına protesto ediyorum” demek suretiyle, öğretmenleri müdafaa şeklinde bir konuşma yapmıştır... (Gürültüler) Şimdi o takdirde bütün öğretmenler...

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Öğretmenlerin müdafaaya ihtiyacı yoktur.

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı bir daha müdahale ederseniz ihtar vermek mecburiyetinde kalacağım. Son defa olarak rica ediyorum.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI ORHAN DENGİZ (Devamla)- Bütün öğretmen arkadaşlarımın mesuliyetini üzerine almış bir arkadaşınız olarak ifade edeyim; bir yıldan beri devamlı surette, Millî Eğitim Bakanlığının yaptığı kanuni tasarruflara, gerek meclislerde, gerekse encümenlerde ve bunun dışında da gene öğretmenliğin müdafiliğini üzerine almış arkadaşımız, arkadaşlarıyla birlikte, basında bakanlığımıza gayet geniş hücuma geçmiş bulunmaktadırlar. Bunların burada 5 dakikada cevaplarının verilmesinin mümkün olmayacağı gayet tabiîdir. Bu bakımdan bu cevapların 5 dakikayla tahdit edilmemesi lâzım geldiği kanaatindeyim. (İşçi Partisi sıralarından gülüşmeler, alkışlar) Sayın Başkanım bu konuda bana müsamaha etmelidirler. (İşçi Partisi sıralarından “yok öyle şey”, "olamaz öyle şey” sesleri)

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, bilindiği üzere Türk toplumu bugün birtakım fikir çatışmaları ve münakaşaları içinde bulunmaktadır. Bu fikri hareketlerin toplumun temel bünyesine zarar vermeden, seviyeli bir şekilde yürütülmesinden faydalar beklenebilirse de, bu çatışmaların memlekette bir anarşi havası yaratacak şekilde, olumsuz istikamette gelişmesi karşısında da, konu üzerinde hassasiyetle eğilmek durumundayız. Toplumumuzu sarsmak istidadında olan bâzı aşırı cereyanların bu fikir çatışmalarının yarattığı ortamdan faydalanma gayreti içinde oldukları, dikkatten kaçmamalıdır. Bilhassa son yıllarda demokratik düzenin memleketimizde yerleşip, kökleşmesinden endişe duyan bazı çevreler, sistemli bir şekilde toplumumuz için çok çekici olan bu konuları istismar etmek suretiyle, idare ve devlet otoritesini yıpratmak yolunu tutmuşlardır. Bu sakîm temellerinden olan muhterem öğretmen camiasını hedef almış gözükmektedir. Ruh ve iman bütünlüğü içinde bir kaya gibi karşılarına dikilmiş gördükleri öğretmen kütlesini zehirli dişleriyle şurasından burasından kemirmeye çalışmaktadırlar. (A.P. sıralarından alkışlar ve “bravo" sesleri) Bu tehlikeli bir oyundur.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Yalan söylüyorsunuz. (T.İ.P. sıralarından şiddetli gürültüler)

BAŞKAN- Bahadınlı, size bir ihtar veriyorum.

Sayın Bakan, konuşmanız anlaşılmıyor, esasen sözünüzü kestim. Başkanın ricasına bu kadar mukavemet etmek mümkün değil, rica ederim, sözünüzü kestim diyorum. Vaktiniz hattâ 3 dakika geçti bile, binaenaleyh, kâfidir. Lütfen bırakın artık. Mikrofonu kapadım artık sözünüzü kestim. Rica ediyorum, mümkün değil.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI ORHAN DENGİZ (Devamla) - Sayın Başkanım, müsaade ediniz, konuşayım. (Gürültüler)

BAŞKAN- Sayın Bakan, bitti vaktiniz, 3 dakika da geçti, rica ediyorum, ben sizi tekrar konuşturamam.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI ORHAN DENGİZ (Devamla)- Tesadüfen bu temiz camianın içinde “Allahını ben yarattım” diyen meczubu...

BAŞKAN- Lütfen kürsüyü terk edin Sayın Bakan, çok rica ediyorum, gürültülere sebebiyet vermeyelim, sözünüz kesilmiştir. Buyurun efendim...

TURHAN BİLGİN (Erzurum)- Sayın başkan, senatörlerden, T.İ.P. sıralarında oturanlar var, alkışlıyorlar, tezahürata iştirak ediyor, istirham ediyoruz, tezahürata iştirak etmesinler...

BAŞKAN- Sayın senatör arkadaşların milletvekilleri arasında oturmaları iç tüzüğümüze aykırıdır, lütfen kendilerine ayrılmış olan yerleri alsınlar efendim lütfen.

Senatör arkadaşlar yerlerini alsınlar, milletvekilleri arasında oturmalarına iç tüzüğümüz mânidir, tekrar rica ediyorum.

Muhterem arkadaşlar, gensoru önergesinin müzakeresi bitmiştir. Gündeme alınıp alınmaması hususunu oylarınıza arz ediyorum.

Gündeme alınmasını kabul edenler... Gündeme alınmasını kabul etmeyenler... 58 oya karşı 145 oy ile gündeme alınmaması kabul edilmiştir.

 

KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KANUN TASARISI

6 Nisan 1967

BAŞKAN- Söz sırası Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, buyurunuz efendim.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Karadeniz Teknik Üniversitesi kanun tasarısının görüşüldüğü şu anda Meclise bu konuda bâzı görüş ve düşüncelerimi sunacağım.

Yurdumuzda üniversite sayısının günden güne artması millî eğitimimiz için olumlu bir harekettir.

Cumhuriyet kurulalıdan bu yana Türk üniversitelerinden mezun olanların sayısı 167 bine ulaşmıştır.

Kimdir bu 167 bin kişi?

Sayın milletvekilleri, bunu bilmek zorundayız. Türk üniversitelerinin amacı Türk halkını yüksek öğrenimden geçirmek olduğuna göre gerçekten halkımız üniversitelerde okuyabilmekte midir? Yeni açılan üniversitelerde de okuyabilecek midir?

1948’de kabul ettiğimiz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nde, “Her insanın eğitimde hakkı vardır. Eğitim parasızdır, temel eğitim mecburdur... Teknik ve meslekî eğitim herkese açık olacaktır. Yüksek öğretim kabiliyeti ölçüsünde herkes için eşit ölçüde sağlanacaktır...” denmektedir.

Bir de Anayasamızın 50’nci maddesi vardır: “Devlet, maddi imkânlardan yoksun, başarılı öğrencilerin en yüksek öğrenim derecelerine kadar burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar...” buyurur. Uygulamada ise bunların tam tersi geçerlidir.

Elimizde bir istatistik var. 1963 yılı Ankara Üniversitesi giriş sınavına 15 bin 330 öğrenci katılmıştır. Bu öğrenciler 163 resmî ve özel lise ve kolejlerden gelmiştir. Daha çok 27 liseden gelen öğrenciler başarı göstermiştir. Bu liselerin 11’i özel lise ve kolej, 4’ü Millî Eğitim Bakanlığına bağlı kolej. Geri kalan 12 resmi lise de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa liseleridir. 11’inin özel lise ve kolej olduğunu söyledik. Bunların da birkaçını ismen saymakta yarar var: Alman Lisesi, Amerikan Lisesi, Avusturya Erkek Lisesi, Amerikan Kız Koleji, Fransız Kız Lisesi v.s. Bunların hepsi de İstanbul’dadır.

En az başarılı liseler diğer küçük illerdedir. Hele Doğu ve Güney Doğu liselerinden gelmek pek güçtür.

Bugün köylü çocuğunun üniversiteye girmesi ise bir mucize sayılmaktadır. Bir defa 35 bin köyden ancak 20 bininde okul vardır, eğer okul demek mümkünse! 15 bin köyün çocuğu ise alfabesizdir. Yani üniversite bu çocuklara daha başından kapalıdır. Öbür okullar ise zaten açık değildir. Çünkü ilkokulu zor bitiren bir köylü çocuğunun ortaokula gitmesi bir meseledir. Hadi ortaokulu bitirdi diyelim, ya lise? Liseyi de bitirse üniversiteye girme şansı kaç binde bir!

Kasaba ve küçük şehirlerin çocuğu da bir anlamda, köylü çocuğundan geri kalmaz. Bir defa, sınavı kazanma şansı pek zayıftır. İkincisi, kazandığı takdirde bir üniversite şehrinde kalabilmesi maddeten mümkün değildir. Üniversite, ancak bir dereceye kadar üniversite şehrinde oturanlarla, daha ötelerde oturup da maddi durumu iyi olanlar için parasızdır. Şu halde üniversitelerimiz ancak, varlıklı ailelerin çocuklarına açıktır. Yoksullar burada da kem talihiyle baş başa bırakılmıştır.

Bugüne dek bir bilgin çıkıp da üstün zekâların, büyük şehirlerde varlıklı ailelerden, geri zekâların da küçük şehir, kasaba ve köylerde yoksul ailelerden çıktığını iddia etmemiştir. Bu duruma göre üniversitelerde büyük bir fırsat ve imkân eşitsizliği mevcuttur.

O halde üniversite açmadan önce orada okuyacaklara zengin-fakir demeden her halk çocuğunu okutabilecek olanağı hazırlamak gerektir. Yani en başta burs yada parasız yurt sorunu birinci plânda tutulmalıdır. Karadeniz Teknik Üniversitesi açılırken bu hususun hiç mi hiç düşünülmediğini sanıyorum. Ve önümüzdeki kanun tasarısında da böyle bir düşünceye rastlamadık.

Üniversitelerimiz, politik nedenlerle kurulan, liselerin etkisi altındadır. Bunun için 5 Yıllık Plân hedeflerine uygun çalışmalar yapılamamaktadır. Üniversitelerle Devlet Plânlama Teşkilâtı arasında hiçbir işbirliği olmadığı için, her yıl üniversitelerin çeşitli fakültelerine ayrılan kontenjanlar, memleketin ihtiyaçları bakımından anlamsız bir mahiyet taşımaktadır.

Yurdumuzun, fen ve teknik elemana ne kadar ihtiyacı olduğu bilinen bir gerçektir. Yine de sosyal bilimler okutan fakültelere 10 binlerce öğrenci alınırken fen ve teknik öğretimi yapan fakültelere giren öğrenci sayısı gülünç derecede azdır.

Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye gereğinden fazla hukukçuya sahiptir. Fakat hâlâ hukuk fakültelerimiz en çok öğrenci kabul etmekte rekor kırmaktadır.

Millet Meclisinde yüksek öğrenim görmüş 358 milletvekilinden 14’ünün iktisatçı, 7’sinin maliyeci, 26’sının mühendis olması yanında 158’inin de hukukçu olması kanımızı doğrulamaktadır.

Bu bakımdan Trabzon’da açılan üniversitenin teknik üniversite olması bizi sevindirmektedir.

Yeni bir üniversite açarken başta düşünülecek hususlardan biri de öğretim üyesi sorunudur.

Türkiye, nüfusuna göre üniversiteleri bakımından çok geri bir ülkedir. 7 üniversite içinde 31 fakülte vardır. 1935-1965 yılları arasında öğrenci miktarı 8 kat artmıştır. Sosyal bilimler okutan dallarda ise 13 misli çoğalmıştır.

Türkiye’ye çok sayıda üniversite gereklidir elbette. Ancak, üniversite demek bir bina demek değildir. Öğretim üyesi sağlanmadan üniversite açmak, bilimi ciddiye almamak demektir. Bir öğretim üyesi, yüksek öğrenimi bitirdikten sonra en azından 10 yıl süre içinde yetişir. Demek oluyor ki, bir üniversite açmayı 10- 15 yıl önce plâna almak ve o andan hazırlığa başlamak gerekmektedir. Bu gerçeği hiçbir zorlama, hiçbir kanun değiştiremez.

Üniversite öğrencisi kendi kendine araştırma ve okuma alışkanlığını almalıdır.

Mutlaka üniversitelerin zengin kitaplıkları olmalıdır. Ve bu kitaplıklarda “yasaklanmış kitap” bahis konusu olmamalıdır. Üniversite, araştırma merkezidir. Öğrenci her fikri, her düşünceyi araştıracaktır, araştırması gerekir. Aksi halde üniversite olmaz.

Ayrıca fikrin, düşüncenin yasaklanması ilkel topluluklar için bahis konusudur. Demokrasiyle idare edildiğini söyleyen ülkelerde bir fikrin yasaklanması yüz karasıdır. Öğrenci her fikri bilecek. İyiyi kötüyü ayırmak için bilecektir. Kitap yasaklamak hiçbir şeyi halletmez.

Ayrıca yasalarımız da fikir yasağını reddetmektedir. Düşünce özgürlüğünü yalnız mevcut düzeni övmekle görevlendirmek büyük bir hatadır. Yasaklanan her fikir günün birinde mutlaka yasak duvarını delip geçmiştir.

1933-1965 yılları arasında Türkiye’de tam 1,650 kitap ve dergi yasaklanmıştır. Şunu iyi bilmek gerekir ki, kitap yasağının olduğu ülkede üniversite mezunu olmak, bir diploma sahibi olmaktan öteye geçemez. Üniversite kitaplıkları dünyanın bütün kitaplarına raflarını açık tutmalıdır.

Araştırmak için üniversite öğrencisinin dil bilmesi gereklidir.

Bugün üniversite öğrencisi derslerine ancak ve yalnız hocanın verdiği notlarla çalışmaktadır. Bu bir araştırma değil bir ezberciliktir. Araştırma laboratuarlarda, kitaplıklarda ve gözlemlerle olur.

Ülkemizde yeteri kadar telif bilim kitapları yoktur. Yabancı kitapları takip etmek için de yabancı dil bilmek gerekmektedir. Oysa ortaokul ve liselerimizde uygulanan yabancı dil öğretimi çok ilkeldir. Bu durumun dikkate alınarak liselerdeki yabancı dil öğretimine bir başkalık vermek yada fakültelere hazırlık sınıfları açmak gerektiği kanısındayız.

Saygılarımla.

 

İKİNCİ BEŞ YILLIK KALKINMA PLÂNI KANUNU 

KÖY VE KÖYLÜ SORUNU

27 Haziran 1967

BAŞKAN-T.İ.P. Grubu adına Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı.

T.İ.P.- GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)-Sayın Başkan sayın milletvekilleri;

Türkiye İşçi Partisi Meclis Grubu adına, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı karşısında köy ve köylü ile ilgili sorunlar üzerinde durmak istiyorum.

Bugüne kadar köy ve köylü sorunu, diğer yurt sorunlarından daima ayrı ve ikinci plânda tutulmuştur. Büyük çoğunluğu okuma-yazmadan ve tüm eğitim olanaklarından yoksun bırakılmış köylümüz, çok yerde toprağı işlemiş, toprak sahibi olamamış, ortakçı ırgat, yarıcı olmaktan öteye geçememiştir. Bin yıl öncesinden kalma ilkel araçlarla donatılı bir çalışma düzeninden sıyrılamamıştır. İnsanca yaşanacak bir evden, sudan, ışıktan, yoldan, tüm uygarlık araçlarından uzakta bir yaşantı yeğ görülmüştür. Ve ona bir vatandaş gözüyle bakılmamıştır.

İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı, acaba Türk köylüsüne ne getirmektedir?

"Topraksız ve az topraklı çiftçinin yeterli bir toprağı işleme imkânına kavuşturulması için tarım reformu anlayışı içinde bu çiftçilerin topraklandırılması sağlanacaktır.” Böyle deniyor.

Şu bir gerçek ki, toprak üzerinde çalışanların şevkli çabaları sağlanmadan, tarımda verimliliğin artması mümkün değildir, iktidar toprak reformunu kendi felsefesine, sınıfsal menfaatine uygun görmemektedir. Bunu da birtakım çelişmelere düşerek reddetmektedir. Bir iktidar sözcüsü, “Türkiye'de ancak 89 bin ailenin topraksız olduğunu, bu rakamın mevcut çiftçi ailelerinin yüzde 3,8'ini teşkil edeceğini, bunun da tabiî olduğunu" söylüyor ve bunlara verecek toprak olmadığını ileri sürüyor. Toprak reformuna da; “muhtevası boş ve halkı boş yere oyalayan bir mevzu..." olarak bakıyor.

Öbür taraftan Köy İşleri Bakanlığı, hazırladığı “Köy Envanter Etütleri” ile iktidar sözcüsünü yalanlıyor: Mardin, Ağrı, Diyarbakır, Erzurum, Kars, Hatay, Malatya, Urfa, Adıyaman, Siirt, Elâzığ gibi 11 ilde yapılan etüde göre 612 bin 158 çiftçi ailesinden 220 bin 197’si topraksızdır. Yüzde 38,5... Bunlar, toprak sahiplerinin yanında ortakçı, işçi yada kiracı olarak çalışmakta.

11 ilde 220 bin 197 topraksız aile bulunursa tüm Türkiye’de ne kadar olabileceği kendiliğinden meydana çıkıyor!

Tarım reformu toprağı olanlara özgü bir eylemdir. A.P. iktidarı her alanda olduğu gibi toprak alanında da zenginden yana bir plân öngörmekte, yüz binlerce topraksız köylü ailesini yok saymaktadır.

A.P. iktidarı, yüz binlerce topraksız aileyi bir kalemde yok saydığı gibi, bir taraftan da Türkiye toprağının tümünün % 32,6’sının, çiftçi ailelerden yalnızca % 3'ünün malı olduğunu, % 62'sinin de ancak % 18,6 çiftçi ailesinin olduğunu görmezlikten geliyor.

Bu rakamların ışığında, plânda köylüye vaat edilen tarım reformu, büyük çoğunluğu aldatan, yalnız ve yalnız büyük toprak sahiplerini kayıran bir karar halinde belirleniyor.

Köylünün insanca bir yaşantıya girebilmesi için baş şart, üzerinde ekip biçtiği toprağın kendisinin öz malı olmasıdır.

“Çiftçinin gelir seviyesini yükseltmek için tarım ürünlerinde istikrarlı fiyat tespit edilecek, pazarlama düzeni iyileştirilecektir.” Böyle deniyor.

Çiftçimiz, daima bir yıl önceki hayat seviyesini tutturmak umudu içinde ve daha fazla üretim yapmak yolunda çaba harcarken, sanayiciyi, tüccarı, tefeciyi ve hattâ yabancı ülkelerdeki alıcı ve satıcıları da beslemek, onlara artan kârlar sağlamak gibi bir çıkmazın içinde bocalayıp durmaktadır. Tarım sektöründeki her artış, çiftçiyi ferahlatacağına, sanki bu üretim artışı onun felâketi imiş gibi, ürettiği değer fazlasının elinden alınmasıyla kalınmayarak geçim kaynaklarının daha fazla kısıtlanmasına meydan vermektedir.

Pazarlama işine gelince, bu husus, tarımsal üretimin geliştirilmesini engelleyen faktörlerden biridir.

Ülkemizde üretici, devletin himayesinde değildir. Kendi aralarında da örgütlenemediği için aracı tüccar baskı unsuru olarak kuvvetlenmekte, üretici ve tüketici, bu kuvvetin karşısında cılızlaşmakta, zayıflamaktadır.

Türkiye’de nüfusun hızla artışı, toprak-insan ilişkilerinde ortaçağ düzeninin sürdürülmesi yüzünden köylü ailelerinin büyük çoğunluğu topraksız yada az topraklıdır. Toprakların büyük çoğunluğu küçük bir azınlığın elinde toplanmış, geri kalanlar da küçük cüce işletmeler halinde bölünmüştür. Bu cüce işletmelerin sahipleri ancak tüketim ihtiyacını karşılayabilmekte, üretimi artırıcı yönde yatırım yapamadıktan başka, yeni üretim mevsimine çok defa üretim sermayesinden yoksun olarak girmektedir.

Bugün köylüye kredi veren başlıca kurum Ziraat Bankası’dır.

1965 yılında bu banka 1 milyar 41 milyon 866 bin 829 lira kredi dağıtmıştır. Bu krediden Türk çiftçisinin ancak üçte biri yararlanmıştır.

1962 yılında 31 çiftçiye 10 milyon 739 bin 47 lira verilmesine karşılık, 148 bin 754 çiftçiye 12 bin 570 bin 49 lira verilmiştir.

Tarımsal kredinin dengesiz dağılımının nedeni, toprağın dengesiz dağılımıdır. Çünkü bugün Ziraat Bankası, çiftçiye ancak ipotek karşılığında kredi vermektedir.

Bu kredi dengesizliği, tefecilik sistemini yaratmıştır. Bugün köylü çok kez yüzde 100 faizle borç para alma zorunda kalmaktadır. Bu yüzde yüz faizle para dağıtan tefecilerin daha çok Ziraat Bankası’ndan büyük krediler alanların arasından çıktığı görülmektedir. Bir başka husus da, bu kredi dağılımındaki dengesizlik, az topraklı köylüyü hiç toprağı olmayan bir duruma sevk etmektedir. Bir başka deyimle, köylü günden güne topraksızlaşırken toprak ağalığı daha da güçlenmektedir.

Adalet Partisi iktidarı bir toprak reformu yapamayacağına, bankacılık statüsünde bir değişikliğe gitmeyeceğine ve tefeciliğe son vermeyeceğine göre, köylüye âdil bir kredi dağıtımını sağlayamayacaktır.

“Tarımda çalışan nüfusun belirli bir düzende tarım dışı sektörlere aktarılması gerektiğinden, köyden şehre gelecek nüfusun işe yöneltilmesi ve eğitilmesi sağlanacaktır.” Böyle deniyor.

1965 nüfus sayımına göre, şehirli vatandaşın sayısı 10 milyon 808 bin 869, genel nüfusun yüzde 34,4’ü kadar. Köylü vatandaşın sayısı da, 20 milyon 582 bin 338, genel nüfusun yüzde 65,6’sını kapsamaktadır.

Türkiye’de şehirleşme ve köyden şehre akımın, şehrin çekiminden çok, köyün itiminden olduğu bir gerçektir.

1948’den sonra yurda traktör gelmeye başlamış, böylece tarımda bir makineleşme yolu açılmıştır. 1950’de traktör sayısı 16 bin 585 iken, 1965’de 54 bin 668’e yükselmiştir.

Traktörün artışı, traktörle işlenen tarımsal arazi miktarını da artırmış, bunun sonucu olarak, bu arazilerde çalışan köylü nüfusunda bir azalma baş göstermiştir. Ortakçılık ve kiracılık da yavaş yavaş azalmaya başlamıştır.

Köyde nüfusun hızla çoğalışı, tarımın makineleşmesi, buna rağmen ürünün artmayışı, makineleşmenin sonucu olarak verimli arazinin belirli ellerde toplanması, mevcut işletmelerin veraset yoluyla parçalanması, küçülmesi, köylünün şehre göçünü sağlamıştır. Ayrıca köy-şehir arasında açılan yollar bu göçü hızlandırmıştır.

Bu sebeplerle, bilhassa 1960-1965 yılları arasında köyden şehre 1 milyon 383 bin 333 kişi göç etmiştir. 1945’ten bu yana ise 4 milyon 569 bin 499 kişi doğum yerinin dışına kaymıştır.

Köyden göçler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana’ya yapılmaktadır. 1960’da İstanbul’da yaşayan köy doğumlu nüfusun 1 milyona, Ankara’da ise yarım milyona yaklaştığı tespit edilmiştir.

Şehirlere göç eden köylülerin durumu bugün ekonomik, sosyal ve politik bir problem halini almıştır.

Türkiye’de bir “gecekondu” sorunu böyle doğmuştur.

Yurdumuzda sanayileşme, bu duruma bir çözüm yolu getirecek anlam, hız ve nitelikte değildir.

Buna rağmen İkinci Beş Yıllık Plânda “köyden şehre gelecek nüfusun işe yöneltilmesi ve eğitilmesinin sağlanacağı” söz konusudur.

Köyden şehre yapılan göçler aynı tempoyla devam ettiği takdirde İkinci Beş Yıllık Plânın bitimi olan 1972 yılına kadar 4 milyon köylü nüfusu şehirlere göç etmiş olacaktır.

Türkiye için bu büyük bir sorundur. Ve iktidar bir çözüm yolu düşünmemekte, getirememektedir. 4 milyon hangi ağır endüstrinin himayesine sığınacaktır.

Köyden şehre göç eden büyük kütlenin yanında bir de köyde kalan gizli işsizler ordusuna plân bir şey getirememektedir:

1965 nüfus sayımına göre, Türkiye’deki aktif nüfus miktarı 13 milyon 591 bin 822’dir ve yaklaşık olarak bu miktarın 10 milyonu tarım sektörü içinde yer almaktadır.

Ülkemizde, işlenen arazinin % 89’u, hububat üretimine ayrılmıştır. Bu yüzden işler, belirli bir zamana sıkışmakta ve çiftçi diğer zamanlarda boş kalmakta ve büyük bir işgücü boşa harcanmaktadır. Ayrıca, tarımsal işgücünün toprak ve sermaye faktörlerine göre fazla olması, köyde gizli işsizliği yaratmaktadır.

Gizli işsiz miktarının, tarımsal çalışmaların en yoğun olduğu Temmuz Ağustos 1966’da 967 bin iken, aynı yılın Aralık-Şubat aylarında 7 milyon olduğu bilinmektedir.

Mevsimlik ve gizli işsizlik olarak meydana çıkan sınırlı çalışma şartları, büyük bir işgücü israfının yanında, tüketici olarak yurt ekonomisine ağır bir yük olmaktadır.

“Köy çocuklarının ilkokul üstü okullarda okumalarını sağlayıcı burs ve yurt imkânları artırılacaktır” deniyor.

1965-1966 ders yılında Türkiye ilkokullarında okuyan öğrencilerin miktarı 4 milyon 30 bindir. 1 milyon 550 bini şehirlerde, 2 milyon 480 bini köylerdedir.

1964 sayımına göre, mevcut 630 bağımsız ortaokuldan 130’u il merkezlerinde, 455 tanesi ilçe merkezlerinde 55’i de bucaklarda idi. Köy çocuklarının ilçe ve il ortaokullarında okumalarını sağlayacak burs ve yurt imkânları mevcut değildir.

1961-1962 ders yılında köy ilkokullarından mezun olanların sayısı 190 bindir. Bunu bir ölçü sayarsak her yıl yaklaşık olarak köy okullarını 200 bin civarında öğrenci bitirmektedir. Demek ki, her yıl yeni mezun olmuş 200 bin öğrenci ilkokul üstü okullarda okumak için sıra beklemektedir. Ve İkinci Beş Yıllık Plâna göre; “vatandaşların temel eğitim üstünde devletçe sağlanan eğitim imkânlarından yararlanması, fırsat eşitliği ilkesine göre düzenlenecektir. Buna göre geniş bir burs ve yatılılık sistemi ile kabiliyetli öğrencilerin ekonomik güçleri ve bulundukları çevrenin şartları ile kısıtlanmaksızın eğitimin en üst kademelerine çıkmaları gerçekleştirilecektir. ”

Plân, “geniş bir burs ve yatılılık sistemi”nden söz etmektedir.

1926’da yürürlüğe giren “lise ve ortaokullara alınacak parasız yatılı öğrenciler hakkındaki 1915 Sayılı Kanuna göre, “Millî Eğitim Bakanlığı, genel olarak bütün lise ve orta okullarımızda mevcut ücretli yatılı öğrenci sayısının yarısını geçmeyecek sayıda parasız yatılı öğrenci okutmaya mezundur. Ve parasız yatılı okuyacak öğrencilerin çalışkan, zeki ve orta öğrenimlerini takip edemeyecek derecede fakir olmaları şarttır.”

Uygulamada ise, kanunun çıkışında, 1964’te paralı yatılı öğrenci 7 bin civarında iken, parasız yatılı sayısı ancak 1.500’e çıkarılmıştır. Fakat bu öğrencilerin büyük çoğunluğu mali imkânları çok geniş olan doktor, mühendis, subay, esnaf tüccar gibi kişilerin çocukları olduğu da bir gerçektir.

Bu, uygulamanın bir yönüdür.

Bir de bir başka yönü vardır:

Öğrencinin bursluluğu yada yatılılığı kazanması için sınav şarttır. Bugün Türkiye’de sınavlar bilgi ve kabiliyet esasına göre yapılmaktadır. Oysa, okullarımızda bilgi aynı imkânlar içinde verilmemektedir. İstanbul, Ankara, İzmir okullarındaki imkânlarla, Bitlis’teki, Hakkari’deki yada bir başka şehirdeki, hele köylerdeki imkânlar aynı değildir.

Bir öğrenci kabiliyetli de olsa, zeki de olsa benzerleri içinde aynı bilgiyi almamışsa, zekâsı da kabiliyeti de aynı oranda gelişemeyeceğinden eşit seviyede olamaz. Çünkü kabiliyet, zekâ, ancak bilgiyle gelişir, bilgiyle oluşur. Kabiliyetle zekâyı meydana çıkaran bilgidir.

Ankara Fen Lisesi sınavları bu kanımızı ispatlayan bir örnektir:

1966’da 10 bin öğrenci sınava katılmış (Türkiye'nin her tarafından), birinci basamağı 1000 öğrenci kazanmıştır. 2’nci basamak sınavından sonra ise 100 öğrenci seçilmesi gerekmektedir. Nitekim 1000 öğrenciden en yüksek puan alan 100 öğrenci sınavı kazanmıştır. Kimdir bu yüz öğrenci? Hangi illerden ve hangi okullardan gelmişlerdir? 22’si Ankara’dan, 21’i İstanbul’dan, 20’si İzmir’den, 4 Eskişehir’den, 4 de İçel’den... Birkaç şehirden 1’er kişi. 45 ilden ise tek bir kişi yok. Kazanan 100 öğrenciden, 47’si özel, azınlık ve yabancı okullardan. Geri kalanlar da özel ve resmî kolejlerden. Köy okullarından mezun 200 bin öğrenciden bir tek kişi yoktur.

Elimde bir istatistik daha var: 1963 yılında Ankara Üniversitesi giriş sınavına 15 bin 330 öğrenci katılmıştır. Bu öğrenciler 163 resmî ve özel lise ve kolejden gelmiş, sınavı, 27 lise ve kolejden gelen öğrenciler kazanmıştır. Bu liselerin 22’si özel lise ve kolej, 4'ü Millî Eğitim Bakanlığına bağlı kolej, 12’si de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa liseleridir.

Bu tablolar değişmedikçe, bütün okullara aynı imkân, aynı fırsat eşitliği götürülmedikçe, İkinci Beş Yıllık Plânın öngördüğü, “burs ve yatılılık sistemi ile kabiliyetli öğrencilerin ekonomik güçleri ve bulundukları çevrenin şartları ile kısıtlanmaksızın eğitimin en üst kademelerine çıkmaları geçekleştirilecek” sözü havada kalacaktır. Hele köy çocuklarına, “ilkokul üstü okullarda okumalarını sağlayıcı burs ve yurt imkânlarının artırılacağı” vaadi pek komik olmaktadır.

Bu arada bir hususu belirtmek istiyorum. Bir taraftan köy çocuklarının ilkokul üstü okumaları için birtakım tedbirler düşünülmekte, bir taraftan da köy çocuklarının gidebileceği okullar bu çocuklara kapatılmaktadır. Örneğin, kız enstitüleri, erkek sanat enstitüleri, askerî ortaokullar ve liseler. Bir, iki yıl öncesine kadar köylü çocukları bütün olanaklarını zorlayarak ilkokulu bitirdikten sonra ilkokula dayalı olan okullara gidebiliyordu. Şimdi ise kız enstitülerine, erkek sanat enstitülerine ortaokul mezunları alındığından ve köy çocukları ortaokulda okuma olanağından yoksun olduğundan, bu okullara girememektedir.

Bir de halk çocuklarının girebildiği askerî ortaokulların ve liselerin kaldırılması çok yanlış tutumdur. Plânda sanat enstitülerinin 4 yıla çıkarılacağı gerekçesi ile tekniker okulları ve yüksek tekniker okullarına 1968-1969 ders yılından itibaren öğrenci alınmayacağı ve 1971’de bunların kapatılacağı bildirilmektedir. Binlerce halk çocuğunun okuyup teknik yönde yurda gerçekten faydalı olduğunu bilip gördüğümüz bu okulları kapatmak en azından sakat bir davranıştır.

“İlkokulu bitirip köyde kalanlarla okuma çağını aşmış köylülere temel eğitim imkânını hazırlamak, bilgilerini, hünerlerini ilerletmek ve geliştirmek için yaygın eğitim çalışmaları artırılacaktır.”

Yaygın eğitim, okul yoluyla verilemeyen bir takım bilgi ve hünerlerin kurslar yoluyla verilmesi demektir.

Bugün köy ilkokullarında yapılan öğretimin bir A, B, C öğretmekten öteye geçemediği de bir gerçektir. Ayrıca diğer meslek okullarına köylü çocuklarının tabiî olarak gidemediği meydandadır.

O halde “okuma imkânı bulamayan köylü” sözü, köylünün okutulduğu anlamını vermektedir ki bu gerçeğe uymamaktadır. Bir duruma göre köylünün okutulmadığı açısından meseleleri değerlendirmek zorundayız.

1960 nüfus sayımına göre, köylerde okuma yazma bilenlerin oranı % 31,3’tür. Bunun da derecesinin ne olduğu bizce bilinmektedir.

Buna rağmen 22 milyon köylüden 7 milyonunu “okuma imkânını bulmuş” saysak, 5 milyonunu da okul öncesi çocuklar olarak hesap etsek, geride “yaygın eğitim” görecek tam 10 milyon köylü var demektir.

Yaygın eğitim konusundaki bugüne kadar yapılmış çalışmaları da göz önüne serdikten sonra İkinci Beş Yıllık Plânda sözü edilen yaygın eğitimin başarıya ulaşamayacağı kendiliğinden meydana çıkacaktır.

Okuma- yazma çağını aşmış köylüye sunulan eğitim hizmetlerinden biri halk dershaneleri çalışmasıdır.

Bu dershanelere 1953 - 1966 yıllan arasında, 13 yıl içinde 954 bin 586 kişi devam etmiş, bunlardan ancak 409 bin 486’sı belge alabilmiştir. Bu duruma göre yılda 31 bin 500 kişi halk dershanelerini bitirmiştir. Bu bütün Türkiye için bir sayıdır. Köylere isabet edenin ne kadar olduğu belli değildir. Bunun 20 binini köyler için düşünsek bu tempoyla 10 milyon köylü ancak 500 yılda halk dershanelerini bitirecek demektir.

21 milyon köylünün yaşadığı çiftlik, oba, mezra, kom, köy gibi 65 bin 277 yerleşme yerinden 1966 yılında 6 bin 110’unda okuma odası olduğu anlaşılmıştır. Ve bunlar 1953 yılından itibaren açılmaya başlanmıştır. Köy halkının eğitiminde hizmete sunulan ve 17 yılda 6 bin 110 adet olarak açılan okuma odaları, bu tempoyla ancak 170 yıl sonra bütün köylerde açılabilecek demektir.

1938 yılından itibaren köylünün eğitilmesinde hizmete sunulan 456 gezici erkek kursları ile 548 gezici kadın kursları, 30 yılda ancak bu kadar köye gidebilirse, geri kalan 10 binlerce köye bu tempoyla yüzlerce yıl sonra ancak ulaşılabileceği bellidir.

1961’den itibaren açılmaya başlanan köy el sanatları kursu de bugün 629’u bulmuştur. Ancak bunlar da halıcılık, dokumacılık, trikotajcılık, buğday sapı örücülüğü, iplik bükme ve boyama gibi türlerdir.

1967 yılında köylüye sunulan hizmetlerin tablosunu bunlar meydana getirmektedir. Ve 1972 yılında, okuma çağını aşmış köylünün bilgi ve hünerlerinde bir değişme olmayacaktır.

“Köy çocuklarının köy hayatında bilgili, yeterli, daha çok üreten vatandaşlar olması sağlanacaktır... Bütün ilkokullarda derslikler yanında birer işlik kurulacaktır.”

Bu söz Köy Enstitüleri Kanunundan yada müfredat programından İkinci Beş Yıllık Plânın 33'üncü sayfasından alınmıştır.

Bir taraftan köy enstitülerinin adının anılmasına dahi tahammül edemeyen, 20 tane eski köy enstitüsünü ve bir benzeri olmayan bu okullarda el becerisi, el hüneri kazandıran her türlü uygulamayı ortadan kaldıran bir iktidar, nasıl olur da her derslik yanında bir işlik kurabilir? İşliği çalıştıracak öğretmendir, işlikte çalışacak öğrencidir. İş eğitimini okullardan kovan bir zihniyet buna nasıl tahammül edecektir. Böyle bir öğretmeni, hangi okulda yetiştirecektir?.

Geçen yıl Meclise bir kanun teklifi sunmuştuk: 8 sınıflı, parasız, yatılı köy bölge okulları kanun teklifi. Bu teklifle:

Köy çocuklarının okutulup, üretici birer meslek sahibi edilmeleri. (Ortaokul seviyesinde bilgi almış terzilik, marangozluk gibi...)

Üstün kabiliyetli olanların liselere, üniversitelere gidebilmelerini sağlamak.

Bu okullarda halka, kültür, ekonomi, tarım ve sağlık alanlarında bilgi verilmesi, çevre köylerin birer kalkınma merkezi haline getirilmesi istenmekteydi.

Teklifimiz, Millî Eğitim Komisyonunda A.P.’li üyeler tarafından şu gerekçeyle reddedildi:

“Vaktiyle derin yaralar açmış köy enstitülerine ve bunlardan biri bu teklifin reddine kâfidir.”

“8 sınıflı oluşu Anayasayla çelişme halindedir. İlköğretim 5 yıllıktır.”

“Komünist Çin’de yarı eğitim yarı iş biçimli mektepler vardır.”

“İmece angaryanın ta kendisidir. Bu da Anayasaca menedilmiştir.”

İkinci Beş Yıllık Plânda ise şu satırlar yer alıyor:

“1968-1972 döneminde yatılı bölge okullarında ortaokul kademesinde de eğitim verilmeye başlanacaktır.”

Hani Anayasaya aykırı idi!

“Bölge okullarında, köyde ihtiyaç duyulan küçük sanat ve küçük hizmetlerle ilgili elemanların yetiştirilmesi için yaygın eğitim programları düzenlenecektir.”

Hani vaktiyle derin yaralar açmış köy enstitülerini hatırlatıyordu, hani Komünist Çin’deki uygulamaya benziyordu.

Bu örnekte iki husus var:

Ya, bizim kanun teklifimiz için ileri sürdükleri ret gerekçeleri, peşin hükümlerle yapılan bir isnattır, yada kendileri Komünist Çin’deki uygulamayı benimsemiş bulunmaktadır.

“Sağlık hizmetlerinden halkın eşit şekilde yararlanması gerçekleştirilecektir.”

Türkiye’de sağlık hizmetleri, devlet eliyle yürütüldüğü halde ve buna rağmen iktidarların özel sektörle kalkınma felsefesi ağır bastığından halka ulaşamamaktadır. Bu adaletsiz ve dengesiz durum, sağlık hizmetlerinin dağılışında, hekim ve personel politikasında açıkça görülmektedir.

Sağlık hizmetlerinin yurttaki dağılışı dengesiz ve adaletsizdir. Bu hal önce köyler ve şehirler arasında görülmektedir.

Bugün köylünün en azından yüzde 2,5’i veremlidir. Özellikle bâzı bölgelerde frengi, Diyarbakır, Hatay, Van ve Bitlis illerinde 217 köyde sıtma, 467 köyde trahom, 113 köyde cüzzam, 112 köyde verem yerleşmiş durumdadır. 1960’ta Türkiye’de 41 bin 762 kişi trahomlu iken 1965’te 120 bin 846 kişiye yükselmiştir.

Şehir sağlık hizmetlerinde de bölgeler ve iller arasında açık bir dengesizlik vardır. Doğu illerimizde sosyalleştirmeye rağmen sağlık hizmetleri Batı illerine göre hem kuruluş, hem personel bakımından geri durumdadır.

Sağlık hizmetlerinin halka eşit şekilde götürülmesi mümkün olsa bile başarıya ulaşamayacağı meydandadır. Çünkü sağlık hizmeti sadece hekim ve ilâç değildir. Sağlık, beslenmeyle de ilgilidir, barınmayla da ilgilidir.

Dünyada en az et yiyenlerden birisi Türk halkıdır. Bu durum, ömrün kısalığını, en küçük bir hastalık karşısında ölümü sağlamaktadır. Halkın aldığı gıda yanında içtiği su da sağlığı etkilemektedir. Bir örnek vermek gerekirse Köy İşleri Bakanlığı’nın envanterini yaptığı 11 Doğu ilinin 6 bin 638 köyünden 1.198’inde içme suyu yoktur. 755 köy dere suyu, 39’u göl suyu. 264 köy yağmur suyu içmektedir. 115’i de civar köyden taşıyarak sağlanmaktadır. Yine bu köylerden 5 bin 888’inde helâ yoktur.

Sağlık politikasının başarıyla uygulanması, halkın ekonomik standardını yükseltici, yani beslenme ve barınma şartlarını düzenleyici tedbirlerin alınmasıyla mümkün olur. Halkın sağlık hizmetlerinden eşit şekilde yararlanması, Türkiye’nin dengeli bir şekilde kalkınmasına bağlıdır: A.P. iktidarını bu dengeyi sağlayacak yetenekte görmemize ise hiç imkân yoktur.

“Orman köylerini kalkındırmak için, orman işletme, orman ürünlerinin nakli, orman yolu yapımı gibi işlerde orman köylüleri çalıştırılacaktır.”

Bu “plân” kavramının ciddiyetine yakışmayacak bir durumu arz etmektedir.

Bugün, 5 bin 20 köy orman içinde kurulmuş ve içinde 2 milyon 400 bin köylü yaşamaktadır. 8 bin 250 köy de ormana bitişik olup, içinde 4 milyon 500 bin köylü oturmaktadır. Toplam olarak 13 bin 270 köy, orman köyü niteliğindedir ve yaklaşık olarak 7 milyon nüfusu barındırmaktadır.

Orman köylerinin gelir imkânları oldukça sınırlıdır. Çalışma şartları güçtür. Bu köyler genellikle, dağınık mahallelerden, hattâ dağınık evlerden meydana gelmiştir.

Bu köylerin yol, su, okul, sağlık tesisleri, elektrik gibi ihtiyaçları hâlâ sağlanamamıştır. Öbür köylerden çok daha ilkel şartlar içinde bulunmaktadır.

Kereste sanayi devlet eliyle ormana götürülmedikçe köklü toprak reformu yapılıp orman köylüleri toprağa kavuşmadıkça orman köylüsünü bugünkü perişanlığından, sefaletinden hiçbir plân kurtaramayacaktır.

Saygılarımla.

 

ELBİSTAN’DA NURCULARIN, ALEVÎLERE SALDIRISI KONUSUNDA VERİLEN ÖNERGE

13 Aralık 1967

“Devletin saldırıları desteklediği kanaatine vardık. Elbistan müftüsü de saldıranlarla birlik oldu. Jandarma, polis, kaymakam, savcı, müdahale etmediler. Hepsi seyirci kaldı...”

“Şaşılacak bir tevekkül içinde, sopalara karşı kollarını bile kaldırmadılar...”

(Tanık ifadelerinden)

BAŞKAN- Söz sırası Türkiye İşçi Partisi Grubu adına Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı’nındır, buyurunuz.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın başkan, sayın üyeler,

Haziran ayı içinde Elbistan’da vuku bulan olaylar üzerinde bir Meclis araştırması isteyen önergeyi, T.İ.P. Meclis Grubu olarak olumlu karşıladık.

Bu olayın gerçek sebebinin ortaya çıkarılması, Anayasanın sağladığı haklar içerisinde meseleye bir çözüm yolu bulmak amacıyla Meclis araştırmasının gereğine inanmaktayız.

Elbistan olayı tek bir olay değildir. Bu olay yalnız Elbistan’da vuku bulsaydı pek önemsemeyecek ve mahallî idarelerin, hükümetin bir hareketi, bir davranışı olarak karşılayacak, üzerinde fazla durmayacaktık. Son yıllarda yurdun dört bir yanında âdeta günlük olaylardan biri haline geldi. Bir süre önce bir Diyanet İşleri Başkanının “Alevîlik diye bir şey yoktur” demesi, bardağı taşıran damla olmuştur. Bu söz, âdeta bir işaret sayıldı; yurdun birçok yerinde olaylar birbirini kovaladı. İlk çıkışı İstiklâl ve Yeni İstanbul gazeteleri yaptı. Alevîler için büyük bir hakaret kampanyası açarak Alevîlerin komünistliğinden, dinsizliğinden söz eden tefrikalar düzenlediler. Antakya’da polis, Alevîleri savunan bir gazeteyi sattığı için bir vatandaşı 36 saat durmadan dövdü. Zara’da ölen bir vatandaş Alevî olduğu için cami imamı tarafından namazı kılınmamıştır. Ankara’da Altındağ’da Telsizler ilkokulu din dersi öğretmeni: “Kızılbaşlar Müslüman değildir, çamurdan insandır” demiş, itiraz eden Alevî öğrencileri tokatlamıştır. Şiran’da bir ortaokul müdürü aynı davranışta bulunmuştur. Karlıova’da bir hâkim: “Alevîlerin şahitlikleri muteber değildir” diye hüküm koymuştur. Tokat’ın Çamlıbel bucağında partizanlık yüzünden Alevî-Sünnî çatışması olmuş, haftalarca pazar kurulamamıştır. Muğla’nın Ortaca bucağında aynı olayların daha somut, daha tiksindirici bir örneği verilmiştir: Tarlada çalışan bir Alevî kadına tecavüz edilmiştir, bir genç öldürülmüştür ve gece gündüz silâhlar atılmış, kurşunlar sıkılmıştır ve “Alevîlerin kökünü kazıyacağız; on Alevi’yi öldürmek bin defa Hac’ca gitmekten evlâdır” sözü köy köy yankılanmıştır. (A.P. sıralarından müdahaleler “Böyle şey yok" sesleri) Bir süre önce Haziran ayı içinde...

HACI AHMET ÖZSOY (Maraş)- Utanmaz adam.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI

(Devamla)- Utanmayan insan utanmayan...

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı; bu şekilde hitap etmeyiniz siz de efendim.

Konuşmanıza devam edin, müdahaleye cevap vermeyin istirham ediyorum.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Beyefendi, bana hakaret ediyor burada.

BAŞKAN- Kim, ne hakareti efendim; bana söyleyin, ona göre cezasını verelim.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- İsmini bilmiyorum. Sayın bakanın yanındaki zat, “utanmaz adam” diye hakarette bulundu.

BAŞKAN- Sayın Özsoy, istirham ediyorum, bir milletvekiline bu şekilde hitap edemezsiniz; normal her zaman oturduğunuz yer burası değildir, buraya müdahale etmek için mi geldiniz efendim? İstirham ediyorum, yapmayın siz de böyle.

HACI AHMET ÖZSOY (Maraş)- Memleketi ikiye bölmek mi istiyor?

BAŞKAN- Efendim, istirham ediyorum oturun lütfen.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Memleket sizin tekelinizde değildir. Ben bütün...

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, cevap vermeyin diyorum size efendim. Müdahale etmeyin. Genel Kurulun kararı ile sizi dışarı çıkartırım efendim. İstiyorsanız söz alın yazalım, gelin konuşun.

Siz devam edin, sayın hatip.

HACI AHMET ÖZSOY (Maraş)- İstiyorum.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Bir süre önce Haziran ayı içinde de Elbistan ilçesinde aynı olaylardan bir başkasına tanık oluyoruz: Tertip edilen “Halk Şairleri Gecesi” bahane edilerek ertesi gün, söylentiye göre bir A.P.'li milletvekili, sağlık memuru, lise müdürü, bir hâkim, jandarma kumandanının teşvik ve tahriki ile Alevî avına çıkan yüzlerce eli sopalı, silâhlı kişi, bu olayı yürütmüştür. (A.P. sıralarından müdahaleler) Nerede bir bıyıklı kişi görseler "bu Alevîdir” diye üzerlerine saldıracak gülünçlülüğe düşmüşlerdir, bayıltıncaya kadar dövmüşlerdir, kasaba içinde Alevî vatandaşlara ait dükkân, otel ve iş yeri adına ne varsa hepsini yakıp, yıkarak yağma etmişlerdir. Hükümet kuvvetleri olaya seyirci kalmıştır. Haftalarca Alevî köylüsü köylerinden dışarı çıkamamıştır. Alevî-Sünnî köyler arasında bir çeşit mezhep kavgası olmuştur. Bu bir vahşettir. İlkel topluluklarda görülen ve bu toplulukların yapısı, yönetenlerin çıkarı gereği olan ve artık tarihe karışan çok çirkin olaydır bu.

Sayın Milletvekilleri; inanç farklılığı tarihî bir zorunluluktur. Dünyadaki bütün uluslarda olduğu gibi Türkiye’de de ayrı dinden yurttaşlar vardır. Çünkü Anadolu yüzyıllar boyunca türlü ulusların yaşadığı ve türlü tarih olaylarının geçtiği ülkedir. Bu bakımdan yurttaşlarımızın değişik din ve inanca bağlı olmalarını bu tarihsel gelişmenin gereği olarak görmek mümkündür. Bunların varlığını kabul etmek Anayasaya ve ulusal bütünlüğümüze aykırı değildir. Tam tersine, Anayasanın buyruğunda bu yurttaşlara inanç ve ibadet özgürlüğü ve eşit muamele sağlanması, gerçek anlamdaki bir ulusal bütünlüğün gereğidir. Din ve inanç farkının varlığını kabul etmek; bunlar arasında fark gözetmek, farklı muamele yapmak anlamına gelmez. Ayrılığın varlığını kabul etmek ile ayrım yapmak keyfiyetini birbirine karıştırmamak gerekir. Anayasamız herkesi inanç özgürlüğüne sahip kılmıştır. Anayasamız vicdan, dinî inanç, kanaat ve düşünce özgürlüğünü pek açık bir dil ile tanımlamaktadır. Anayasamızın 12’nci maddesi, “herkes, din ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrılığı gözetilmeksizin kanun önünde eşittir" der. Anayasanın ve bunu tamamlayan öbür maddelerinin bugün uygulandığını söyleyemeyiz. Tam tersine olaylar bu maddelerin öngördüğü özgürlüğe karşı bir gelişme göstermektedir. Okullarda, kurslarda, camilerde yapılan dinî eğitim ve öğretim Anayasanın vatandaşa tanıdığı birtakım özgürlükleri zedeleyici, ortadan kaldırıcı mahiyettedir.

Sayın milletvekilleri Türkiye’de Alevîlik bir vâkıadır. Güneşin balçıkla sıvandığı, hiçbir zaman görülmemiştir. Gerçekleri görmezden gelmek hiçbir zaman ulusal çıkarlarımıza yararlı olamaz. Türkiye’de kimse bunu görmezden gelemez, hükümetler bunu değiştiremez. Devletin ve hükümetlerin görevi bu vakıadan hareket ederek halk gruplarından birini diğerine tercih etmeden insanlıkla yurttaşlık haklarını teslim etmektir. Türk lâikliğinin anlamı da budur. Türk lâikliği devletin, her çeşit inanç karşısında tarafsız olması demektir. Devletin her çeşit dinî inanç, mezhep, âyin ve kuruluşlar karşısında tarafsız olması ve hepsini de eşit himayeye tâbi tutması demektir. Türkiye’de lâiklik, dinin gericilik, yobazlık faktörü, bir istismar konusu olmaktan kurtulması anlamındadır. Bu yüzdendir, çeşitli inançta olan halkımıza yol gösterici, yetiştirici görevler yüklenmiştir.

AHMET NİHAT AKAY (Çanakkale)- Meclis araştırması ile ilgisi var mı bunların...

(A.P. sıralarından müdahaleler)

BAŞKAN- Efendim, sakin olun.

ABDURRAHAMAN GÜLER (Çorum)- Tefrika yaratıcı konuşmalar yapıyor.

BAŞKAN- Başında söyledi efendim; Elbistan olayları Alevî Sünnî mücadelesi şeklindedir, bunun tahkikini istiyoruz dedi. İstirham ederim, yanlış olabilir, hepsi yanlış olabilir; kabul ama, görüşü bu.

MUSTAFA AKALIN (Afyon Karahisar)- Mevzuun dışında konuşuyor.

BAŞKAN- Mevzuun dışında değil, efendim.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Sayın arkadaşım ben tefrika yapmıyorum; yapılanları anlatıyorum.

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, cevap vermeyin efendim müdahalelere.

T.İ.P. - GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtının Anayasamızda yer alması ile bu teşkilâta lâik Cumhuriyet rejimini korumak ve Anayasa gereğince mezhepler arasında fark gözetmeden dinsel hayatı düzenlemek görevi verilmiştir. Ama, uygulamalar bu göreve ters düşmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığında yalnız bir mezhebin temsil edilmesi, diğer inanç topluluklarına yer verilmemesi, camilerde verilen vaazların yön ve konularını etkilemekte, öbür inanç gruplarını kâfir olarak nitelendirmektedir. (A.P. sıralarından müdahaleler; “mevzu ile alâkası yok, tahrikte bulunuyor” sesleri.)

BAŞKAN- Bir dakika efendim, müsaade buyurun. Sayın Bahadınlı sözlerinizin başında Elbistan olaylarının filhakika bir Alevî —Sünnî mücadelesi şeklinde cereyan ettiğini söylediniz. Ana konu, araştırma önergesi bu değildir. Bu itibarla bu mevzuda fazla derinleşmeden araştırma önergesini ne bakımdan desteklediğinizi söylemekle iktifa ediniz lütfen. Bu sözlerim sizi sadede davet eden birinci ihtarımdır, buna göre konuşunuz efendim.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Sayın Başkanım, bu Elbistan’da olan kavganın müsebbiplerini, kimin haklı, kimin haksız olduğunu anlatmak istemiyorum. Bu çok önemli bir konudur ve yüz yıldan beri Türkiye’de oluşa gelen ve her zaman Türk toplumunu rahatsız eden bir olaydır. Bunun derinliklerine inmek, bunun nedenlerini ortaya çıkarmak gerekmektedir.

MUSTAFA AKALIN (Afyon Karahisar)- Ben bir farklılık göremiyorum.

BAŞKAN- Müsaade buyurun Sayın Akalın. Şimdi Sayın Bahadınlı, Sayın Hüseyin Balan’ın önergesi Türkiye’deki Alevî-Sünnî mücadelesinin kökleri, sebepleri, izale çareleri üzerinde bir Meclis araştırması olsun demiyor efendim. Elbistan’da filânca tarihte cereyan eden bir belli olayın tahkikini istiyor. Onun için istirham ediyorum ve demin arz ettiğim gibi bu sözlerim size iç tüzük gereğince yapılmış birinci ihtardır.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Sayın Başkanım, ben olayı nasıl anlatırım, olayın nedenlerini söylemeden?

BAŞKAN- Efendim, ben görüşümü söyledim. Siz istiyorsanız devam edin.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Arkadaşlar, bu durum yalnız bir inanç farklılığı meselesi değildir. Bu bir yerde ekonomik yönü olan bir meseledir. Alevîlerin yüzyıllardır ezilmişliği, horlanışı doğrudur ama Alevîleri bu duruma düşüren Sünnî çoğunluğu değildir. Genellikle sömürü esasına dayanan toplumlarda sömürüyü yürütebilmek için din, mezhep farkları kışkırtılarak vatandaşlar birbirine düşman kamplara ayrılır. (A.P. sıralarından “siz yapıyorsunuz" sesleri) Bizdeki Sünnî-Alevîlik çatışmasının temelinde bu gerçek yatmaktadır. Sömürü düzenin devamından en çok yararlananlar ve onun devamı olan emperyalistler ve onun içerdeki... (A.P. sıralarından sıra kapaklarına vurmalar)

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, müsaade edin efendim, bu sözlerinizin her halde Elbistan olayı ile alâkası yok efendim, istirham ederim.

ABDURRAHMAN GÜLER (Çorum)- Evvelce ihtar etseydiniz buna sebep kalmazdı.

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, size ikinci ihtarımı da veriyorum. Lütfen konu dışına çıkmadan konuşmanızı tamamlayınız.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Bitiriyorum efendim.

Türkiye’de halkın meselesi birbiriyle dövüşmek değildir. İnsanca ve barış içerisinde yaşamayı ister halkımız. Görünüş odur ki, halkımızı birtakım sunî bölümlere ayırmadan insanı bütün yönleriyle insan kabul eden, her türlü inanç özgürlüğüne yer veren, onu hazmeden, kişiyi düşünce ve inancından dolayı kınamayan, onu ekonomik özgürlüğe kavuşturan bir düzen kurulmadıkça, bu nevi çatışmalar devam edip gidecektir.

Yurdumuzda açıkça ortaya çıkan Alevî-Sünnî çatışmasında hükümetler büyük kusurlar işlemiş tehlikeli birer yol tutmuştur. Özellikle A.P iktidarı zamanında birtakım gizli dinsel hareketlerin arttığı gözden kaçmamakta ve bu durum mezhep çatışmalarım ve diğer gerici davranışları teşvik etmektedir.

Sayın milletvekilleri, ülkemizde son yıllarda yurttaşlar arasında çıkan bu türlü mezhep kavgalarının nedenlerine eğilmeyi bir görev saymalıyız. Bunun için de bir Meclis araştırması isteyen bu önergeyi olumlu karşılamalıyız.

Türkiye İşçi Partisi Meclis Grubu önerge için olumlu oy kullanacaktır.

Saygılarımla.

 

Öbür Grup sözcülerinin söyledikleri:

GÜVEN PARTİSİ GRUBU ADINA İRFAN SOLMAZER (Tokat)- (...) Büyük Meclis’in mezhep münakaşalarına girmesini çok üzücü ve elem verici telâkki ediyoruz. Bugün milletimizi yüceltmek, mutluluğa ulaştırmak için Atatürk milliyetçiliğini bir manivela gibi kullanmak zorundayız. Bu manivelayı dayayacağımız tek dayanak, millî birlik ve beraberlik içinde birbirini seven, mânevi inançlarına hürmet eden Türk vatandaşlarının yaşadığı Türkiye’dir. Cenabı Hak hiçbirimizin doğacağı ananın soyunu, sopunu, meslek ve mezhebini seçme hakkını bizlere tanımamıştır...

A.P. GRUBU ADINA SABAHATTİN SAVACI (Gümüşhane)- Türk milliyetçiliği bütün ihtilâfları, bütün kanaat ve inanç ihtilâflarını bertaraf eden çok kuvvetli bir faktördür. Türk milliyetçiliği gibi uzun tarihi kavrayan bir tane daha bu güçte emsali olmayan, 32 milyon insanı birbirine perçinleyen bir espri daha bulamıyorum. Türk milliyetçiliğinin içerisinde farklar aramak, bu sağlam yapının hiçbir yönüne asla tesir etmez inancını taşımaktayım...

Sayın Bahadınlı arkadaşım “Alevîlik vakıadır” demektedir. Türkiye’de muhtelif kanaatler olabilir, fakat bu kanaatlerin vakıa olarak buraya getirilmesi ve bunları karşı karşıya koymanın bir mânası yoktur....

“Bu düzenin bozukluğu sömürüden meydana geliyor” demesi, mâlum kendi diyalektiklerinin bir sonucu olsa gerek... (T.İ.P. sıralarmdan "bravo!” sesleri ve gülüşmeler)

C.H.P. GRUBU ADINA NASUH NAZİF ARSLAN (Sivas)- Beş saat devam eden bu olayı seyirci kalarak bastırmayan ve bu suretle devletin itibarını sarsan kaymakam, polis ve jandarmanın pasif davranışını hiçbir mantıkî sebeple izah etmeye imkân yoktur...

İÇİŞLERİ BAKANI FARIK SÜKAN (Konya)- Geçen gün Halk Partisi Grubu sözcüsü burada beyan buyurdular; “Solcu faaliyetler alıp yürümüştür. Hükümet neden bunlara sessizdir?” Arkadaşlar, rakam veriyorum, 1967 yılında 115 tane komünizm faaliyetinden ve aşırı sol faaliyetinden dolayı emniyetçe Dahiliye Vekâleti tarafından takibat yapılmış ve mahkemeye tevdi edilmiştir. (T.İ.P. sıralarından “Netice?” sesleri) Her türlü faaliyetten haberimiz vardır. Gizli maksat güdenler aldanıyorlar. Bir gün kafaları taşa çarpacak.

KEMAL NEBİOĞLU (Tekirdağ)- İçişleri bakanı konuşmasının bir yerinde “Türkiye İşçi Partisi, anarşi neredeyse, oradadır, nerede bozgunculuk varsa oradadır” dedi. Bu iddiayı şiddetle reddederiz. Bu gibi olayların derinliğinde sosyal ve iktisadi sorunlar yatmaktadır...

 

Tarihî eser kaçakçılığını incelemek ve bu konuda alınması gerekli tedbiri saptamak için, bir Meclis araştırmasına dair önerge

17 Ocak 1968

BAŞKAN- Türkiye İşçi Partisi Grubu adına Sayın Bahadınlı, buyurun.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, Sayın Milletvekili; Türkiye’den yabancı ülkelere kaçırılan tarihî eserler olayını tetkik ve tahkik etmek amacıyla verilen Meclis araştırması önergesi üzerine Türkiye İşçi Partisi Meclis grubu adına görüşlerimizi sunacağız.

Gerçekten Türk kültürüne saygısı olan herkesi derinden yaralayan tarihî eser kaçakçılığı mutlâka üzerinde durup düşünülecek ve bir çözüm yolu bulunacak âcil bir mesele halini almıştır. Gün geçmez ki, yalnız Türk basınında değil dünya basınında da birtakım yerli ve yabancı kişilerin elbirliğiyle milyonlar değerindeki Türk kültür yer altı ve yerüstü hâzinelerinin yurt dışına nasıl kaçırıldıklarının serüveni uzun uzun anlatılmasın. Avrupa basınında, Burdur’a bağlı Hacılar köyünden çıkarılıp Almanya’ya kaçırılan ve orada bir Amerikalıya yüz bin liraya satılan çini tabaklar, mermer ilâh heykelleri, altın tabaklar, Lidya kolyeleri ve altın vazolarından sitayişle söz eden ve Türkiye’yi kınayan yazılar çıkmıştır. Yine aynı basın, Antalya sahillerine özel yatlarla yanaşan Avrupalıların, birtakım hükümet yetkililerini de kandırarak yatlarına davet edip ve sonra develer sırtında nasıl tarihî eserler taşıdığını ve bunları nasıl kaçırdıklarını üzüle üzüle anlatmaktadır. Yine aynı Avrupa basını, bir kazı işçisiyken kaçakçılık yoluyla milyonlar kazanan Burdur’ludan söz etmektedir.

Sayın Milletvekilleri, arkeolojik, etnoğrafik ve folklorik eserler bir ulusun uygarlık, kültür ve sanatının yanılmaz birer, tanığıdır. Bunu bilen ülkeler bu eserleri elde etmek için büyük paralar harcamaktadır. Türkiye bu konuda büyük önem taşımaktadır. Yüzyıllardır bizim olan bu topraklar üzerinde çeşitli uluslar yaşamış, çeşitli uygarlıklar kurulmuştur. Ayaklarımızın altında ve yanı başımızda hazır bulunan ve Türk kültürüne büyük katkılarda bulunan bu eserleri korumak, onu örten toprağı ve onu bağrında taşıyan halkı korumak kadar kutsal ve gereklidir. Çünkü ulusu ulus, halkı halk yapan onun müşterek kültürüdür. En küçük okul sıralarında bile ulusun tarifi yapılırken baş unsur olarak müşterek bir kültürden söz edilir. Ne var ki ulusu ulus yapan kültürün yalınız kitaplarda söz edildiğini, yalnız zihinlerde bir tarif olarak kaldığını ve bir de antikacı dükkânlarında satışa arz edildiğini, diplomatik bir zırh içinde Amerikan posta teşkilâtı ve turist görünüşlü tarihî eser kaçakçıları ve Türkiye’de yarı yerleşmiş yabancı koleksiyoncular yolu ile yurt dışına kaçırıldığını görüyoruz. Kültürü böylesine hafife almaya kimsenin hakkı yoktur. Halkımızın binlerce yıllık yaşantısı, etnoğrafyada, arkeolojide ve hasılı Türk uygarlığında kendini göstermektedir. Ne var ki, bugün Türk kültürü dışardan içeriye, içerden dışarıya doğru bir gidiş geliş çizgisi üzerinde yaralar almaktadır. Bir zamanlar Alman-Fransız, şimdi de Amerikan kültürünün etkisine mâruz bırakılmasına rağmen kişiliğini koruyan kültürümüz, bu kez de başka bir eritme, yok etme eylemleriyle karşı karşıyadır. Cumhuriyetten önce Osmanlı toprakları üzerindeki arkeolojik kazıların ürünleri, etnoğrafik eserler Avrupa müzelerine armağan edilirdi. Mustafa Kemal devri. Kurtuluş Savaşının emperyalizme karşı zaferinin bir sonucu olarak kültür alanında en göze batan bu yağmacılığa son vermişti. Ne yazık ki, Osmanlı devrinin armağan ettiği tarihî eserler, Mustafa Kemal devri sonrası ve bugünün hükümetlerinin sorumsuzluğu ve bilimsizliği yüzünden bir afyon ticareti muamelesi görmektedir. Kültürümüzü yabancı müdahaleden ve yabancı parasından korumak zorundayız. Dışardan içeri empozeler, içeriden dışarı kaçırmalar devam ederse ulusal kişiliğimiz bundan büyük zararlar görür.

Sayın milletvekilleri, şu bir gerçek ki; Türkiye’nin yer altı zenginliği, yer üstü zenginliğinin dünya ülkeleri yanında özel bir yeri vardır. Bu zenginliği büyük Türk halkının yararına değerlendirmemiz gerekirken birtakım emeksiz kazanç sağlama ahlâkında olan kişiler ele geçirmek istemektedir. Bugün halen yurdumuzda yüze yakın müze ve bu müzelerde envanter edilmiş bir milyona yakın tarihî eser vardır. Bir de yıllardan beri yurt dışına kaçırılan milyonlar değerindeki eserlerle henüz toprak altında yatanları da hesap edecek olursak Türkiye’nin gerçekten tarihî eserler yönünden çok zengin bir ülke olduğu meydana çıkar.

Sayın milletvekilleri, tarihî eserlerin kaçırılmasında âmil olan unsurları bilmekte yarar vardır. Bunlardan en önemlisi yabancı müzelerdir. Tarihî eserler için astronomik denecek ölçüde paralar harcamaktadırlar. Bu durum tarihî eser kaçakçılığını büyük ölçüde teşvik etmektedir. Türkiye’de kaçakçılık için geniş bir ortam vardır. Fasulyenin, patates ve benzeri şeylerin alım satımındaki ticaret mantığının bu gibi yüce şeylerde de aynen geçerli olması bu kaçakçılığı kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de ticaret serbesttir fikri, bu kaçakçılığın yanlış anlaşılmış bir unsurudur. Tarihî eserlerin alınıp satılışında fasulye, patates ticareti özgürlüğü devam ettikçe kaçakçılık da devam edecektir. Bugün mevcut bütün antikacı dükkânlar bu özgürlüğün en geniş birer uygulama alanı halindedir. Yabancı ülkelerin bu konu için ayırdığı paraların yanında Türk hükümetlerinin harcadığı paralar pek gülünç miktardır. Bu yüzden de tarihî eserleri ele geçirenler elindeki eserleri Türk yetkilileri yerine yabancılara satmayı çıkarına daha uygun bulmaktadır.

Tarihî eserlerle ilgili yönetmelik 20 Sefer 1324 tarihini taşımaktadır. Bugünün ihtiyacına cevap vermemesi de elbette bu kaçakçılığı kolaylaştırmaktadır. Bu yönetmeliğin yalnız bir maddesini okumak, yönetmeliğin gülünçlüğünü ortaya koyacaktır:

“Her nerede ve ne suretle olursa olsun, her kim deniz ve göl ve mecralarında toprak işlediği ve kanal ve hendek ve kuyu ve bina temeli hafreylediği ve taş ve kum ve saire ihraceylediği esnada ve bir bina ve sair âsân gayri-menkuleye müsadif olursa âsârı âtika memuruna ve memuru mezkûrun bulunmadığı mahalde en karip memurini mülkiye veya askeriyeye 14 gün zarfında ihbar kayfiyte mecburdur. Aksi halde kendisinden yüz kuruştan bin kuruşa kadar cezayı nakdî alınır.”

Tarihî eserlerin kaçırılmasında, bu işle uzaktan yakından ilgisi olan birçok görevlinin tarihî eserlerin Türk kültürü açısından önemini kavrayamaması, bilgisizliği ve bilinçsizliği de büyük rol oynamaktadır. Uzman olmadığı halde uzman görevlisi kişilerin önemli mevkilere getirilişine bir örnek vermek istiyorum.

Bir süre önce bir yabancı Türkiye’ye gelerek tarih ve sanat değeri çok büyük olan çeşitli biçimde 200 adet silâh toplamış ve dışarıya götürmek istemişti. Bu işin bilincine varmış bir kısım görevliler silâhların dışarı çıkarılmasını istememiştir. Olay bilirkişiye havale edilmiştir. Bilirkişi olarak uzman olmayan, asıl branşı öğretmen olan ve Topkapı Müzesinin Müdürlüğünü yapan bir zat seçilmiştir. Bu işten bir şey anlamadığı bilinen bu zat tarihî ve sanat değeri çok büyük olan silâhların dışarıya çıkarılmasında bir mahzur görmemiştir. Halkın bu konuda uyarılmaması ve eğitilmemesi de kaçakçılığın yapılmasında önemli bir etkendir.

Sayın milletvekilleri, tarihî eser kaçakçılığına son vermede çözüm yolu ne olabilir? Bunlardan birkaçını bu münasebetle söylemekte yarar görmekteyim. Bugünün şartlarına ve gerçeklerine uygun ve Türk kültürünü gerçekten koruyacak bir kanunun hemen çıkarılması; antika eşya satan dükkânların derhal kapatılması; çünkü Türk ulusunun hayatiyetiyle doğrudan ticareti yapması ve ticaret özgürlüğü zırhına bürünerek değeri ölçülemeyecek büyüklükteki eserlerin kaçırılmasında aracı olmalarının olumlu hiçbir izahı yapılamaz. Devlet pazarları kurulması; tarihî eserleri elinde bulunduranlara ve satacak olanlara mümkün olduğu kadar tatmin edici armağanlar verilmesi; bugünkü uygulamanın çok daha genişletilmesi; tarihî eserlere birer hazine gözüyle bakılması ve görevlilere bu bilincin verilmesi; okullar, radyolar ve basın yoluyla geniş bir uyarma ve eğitim kampanyasına girişilmesi gereklidir.

Son olarak şunu da söylemek isteriz ki, birtakım insanların Türkiye’de mevcut her türlü zenginlikte kendisine bir pay ayırma arzusu ve felsefesi yerine, bütün Türk halkı tek tek mevcut bütün zenginlikleri bir tüm halinde görüp kendi zenginliği saymadıkça ve bu bilince varmadıkça bu ferdî bencil ve ilkel davranışlar devam edip gidecektir.

Sayın milletvekilleri, tarihî eser kaçakçılığı konusunda bir Meclis Araştırmasının yapılmasında, birçok gerçeğin ortaya çıkacağı ve Türk kültürüne hizmet edileceği düşüncesiyle T.İ.P. Meclis Grubu olarak yarar görmekteyiz.

 

Basın Kanununun 31. Maddesinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Teklifi Üstüne

12 Şubat 1968

BAŞKAN- Buyurun Sayın Bahadınlı.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 5680 sayılı Basın Kanununun 31 'inci maddesinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin kanun teklifi üzerinde görüşlerimizi sunacağım.

Anayasanın 21 ’inci maddesinin birinci bölümünde, “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir"

22’inci maddesinin birinci bölümünde de, “Basın hürdür sansür edilemez. Devlet, basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri alır” denilmektedir.

Öğrenmenin ve araştırmanın en önemli kaynağından birisi de şüphesiz ki, yabancı yayınlardır. Bunların toplumumuz için önemi çok büyüktür.

Basın Kanunu’nun 31 ’inci maddesinin Bakanlar Kurulu’na ve daha çok İçişleri Bakanı’na verdiği yetki keyfi olarak kullanıldığı halde, ki her zaman mümkündür, öğrenme ve araştırma hakkı gereksiz yere sınırlanacaktır.

Özgürlüklerin en önemlisi düşünce özgürlüğüdür elbette. Buna varmak için de öğrenme ve araştırma özgürlüğünün tanınması gereklidir.

Yurttaş, düşünce özgürlüğünden yoksun bırakıldığı sürece yurttaşlık hakkından yoksun kalır. “Kamuoyu" dediğimiz kuvvet, düşünce özgürlüğünden doğar. Bu olmazsa kamuoyu, devlet politikasına bir etkide bulunamaz. Böylece “demokratik devlet” yerine “şef idaresi düzeni” doğar.

Düşünce özgürlüğünü, salt mevcut düzeni övmekle görevlendirmek büyük bir hatadır.

Hiçbir toplumda, düşünce özgürlüğünün yasaklanmasıyla bir gelişme sağlanamamıştır. Zorbalıklar, tarihin akışına hiçbir toplumda değişiklik verememiştir, üstelik hızlandırmıştır.

Hiçbir hükümet, hiçbir zaman, öğrenme ihtiyacını ortadan kaldıramamıştır. Yasaklanan her fikir, günün birinde mutlaka yasak duvarını delip geçmiştir.

Bugün bizlerce tabiî olan pek çok düşünce, fikir, bir süre önce zamanın hükümetleri tarafından mahkûm edilmiş, yasaklanmıştı.

Bugün dünyanın en büyük ve klâsik olmuş eserleri, bir zamanlar, birtakım hükümetler tarafından yurtlarına sokulmamış ve sokulanlar da büyük cezalara çarptırılmıştı.

Bugün bütün dünyanın baş tacı ettiği Homeros’un eserleri İsa'dan önce 387 yılında “tehlikeli” kaydıyla birtakım ülkelere sokulmamıştır.

Konfüçyüs’ün bütün kitapları, Çin’de bu kitapları okuyanlarla birlikte yakılmıştı. Dante’nin, Montaigne’in, Cervantes’in, Shakespeare’in, La Fontaine’in, Molliere’in Jean Jacques Rousseau'nun, Stendhal’in, Balzac’ın, Lenin’in eserleri pek çok hükümetler tarafından yasaklanmış, uluslar bir süre bu yazarlardan ve eserlerinden yararlanamamıştır. Ama şimdi?..

Basın Kanununun 31 ’inci maddesi kaldırılmadığı sürece, ilerde pek önem kazanacak fikir ve görüşler yansıtan eserleri yurda sokmamasından dolayı Türk hükümetlerinin bu davranışları fikir tarihlerine birer kara leke olarak geçecektir.

Nitekim basın tarihimizdeki şu satırları hayretle, utançla okuyoruz. 1857’de ‘Her nevi matbuaların tetkikini hedef tutan” bir Matbualar Nizamnamesi çıkmıştı:

1876’da İstanbul ve taşra gazetelerinin, basılmadan önce tetkiki için bir “Heyeti vükelâ” kararı alınmaktaydı.

1876’da İkinci Abdülhamit yerli yayınların sansürünü Dâhiliye Nezaretine, dışardan gelen yayınların sansürünü de Hariciye Nezaretine bağlamıştı.

Sarayın basına verdiği emirde: “Siyasi ve idari işler, sarayın vazifeleri, şahısları, memurların suiistimalleriyle uğraşmayacağı” bildiriliyordu. Şu kelimeler bilhassa kullanılmayacaktı:

Grev, suikast, ihtilâl, anarşi, sosyalizm, dinamit, infilâk, kargaşalık, kıta’al, kanuni esasi, hürriyet, vatan, müsavat, Bosna, Hersek, Makedonya, Girit, Kıbrıs, Yıldız,

Burun, Murat...

Abdülhamit, Victor Hugo, Voltaire, Jean Jacques Rousseau, Racin, Shakespeare ve Zola’nın eserlerini yurda sokturmamıştı.

Türkiye’de bulunan yabancı yazarların çoğu sarayca satın alınmıştı. Abdülhamit Avrupa’nın önemli gazetelerine çok sayıda abone yazılarak, gazeteleri kendi lehine çevirmeye çalışırdı...

Bugün yurdumuzda her yerde her kitapçıda bulunan kitaplar, eserler, bir süre önce yurda sokulması yasaklanan ve toplatılan kitaplar, dergiler arasındaydı.

Yasaklanması gereken yayınlarda hangi ölçüler uygulanacak? İktidardaki hükümetler için, muhalefetteki fikirler çok defa zararlı, bilinmemesi, yayılmaması gereken fikirlerdir. “Kamu zararına” demek objektif bir ölçü olmayacaktır. Kişisel yada politik görüşlerini toplumun çıkarlarına uygun gibi göstereceklerdir.

Genellikle açık-saçık yada tehlikeli sayılan yayınlar yasaklanmaktadır.

Açık-saçıklığın sınırı nasıl çizilecektir?

Örnek vermek istiyorum buna:

İngiltere’de bir süre önce açık-saçık olduğu için mahkemece iki eser yasaklanmıştı. Biri “Yalnızlık kuyusu” adlı bir eser. Öbür taraftan bu eser için, ünlü düşünür Bernard Shaw, “Çok önemli bir toplum konusunu sadelik ve incelikle işlemektedir” demiştir.

Bir de “Lady Chatterley’in Âşığı”

Bu eser için de Amerikalı eleştiriciler; “cinsel ilişkiler alanında, yirmi yıldan beri bir İngiliz’in yazdığı, gerçeği araştırmaya yönelen en iyi roman” demişlerdir.

Tehlikeli sayılan yayınlara gelince:

Birçoğumuz birçok fikre, düşünceye karşıyız. Ama bu karşı olmak bir şeyi bilmemeyi gerektirmez.

Düşünce, bir fikre varabilmekle mümkündür. Bilmeyen insan düşünemeyeceğine göre, düşünemeyen insanlar gerçek birer yurttaş değildir.

Birtakım fikirler hükümetleri ve idareleri yıpratıyorsa eğer, kusurlu olan “birtakım fikirler” değil, hükümetler yada idareleridir.

Birtakım fikirlerin yasaklanması, bu fikirlerin yer altı çalışmalarına girmesiyle daha tehlikeli olur. Yasaklanan fikirler daima kuvvetli ve yaygın olmuştur.

Sözlerime son verirken 5630 sayılı Basın Kanunu’nun 31'inci maddesinin yürürlükten kaldırılmasında halkımız için büyük yarar görüyor, bu konudaki kanun teklifine “evet” diyoruz.

Saygılarımla.

 

BEDEN TERBİYESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ BÜTÇE KANUNU

18 Şubat 1968

BAŞKAN- T.İ.P. Grubu Adına Yusuf Ziya Bahadınlı, buyurun. 

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri,

Türkiye İşçi Partisi olarak, spor ve beden eğitimini, genel eğitimin bir yanı olarak görmekteyiz. Bu bakımdan spor ve beden eğitimini küçük bir azınlığın tekelinden kurtarıp, büyük halk kütlelerine sunmanın gereğine inanıyoruz.

Halkı, sporun yalnız seyircisi yada radyodan dinleyicisi olmak gibi aldatıcı bir durumdan kurtarmayı; kişiyi bizzat spor yapacak bir olanağa kavuşturmayı baş amaç sayıyoruz.

Spor ve beden eğitimine yalnız “bir zevk aracı” olarak bakmak yerine; insan ruh ve beden sağlığına katkıda bulunan; uygar insan yetiştirmek için yapılan çalışmalarda önemli yeri olan birer unsur olarak bakıyoruz.

Bütün bunlara ulaşabilmek içinde sporu okullara, üniversitelere, kışlalara, ceza evlerine, kasabalara, köylere ve her mahallede kurulacak çocuk parklarına kadar götürmenin gereğine inanıyoruz.

Ne var ki, bugünkü uygulamalar Türkiye’de spora yalnız iki görevin yükletildiğini göstermektedir:

Birincisi, geniş halk kütlelerini, özellikle bol bir enerji içinde bulunan gençliği, ülke sorunlarına eğilmek yerine, bir meşin topun nereye ve kimin tarafından itildiğinin tartışmasını yapmaktan öteye geçemeyen bir seviyede tutmak,

İkincisi ise, küçük bir azınlığa zevk, eğlence, meslek ve gelir sağlamak için bütçeden ayrılan milyonlarca lirayı harcamak ve seyir alanları inşa etmek görevi...

Spor politikasının, ülkemizin ekonomik yapısına ve toplumsal düzenine sıkı sıkıya bağlı olması, sporu gerçek amacına ulaştıramamaktadır.

Beden kültürünü, insan organizmasında bünyesel ve fonksiyonel değişiklikler meydana getirdiğini bugün bilim ispat etmiştir. Beden eğitimi, çocuğa daha ana rahmindeyken doğru gelişmesine yardım etmektedir.

Okul öncesi dönemde yapılan her türlü jimnastik, hareketli oyunlar, spor eğlenceleri ve gezileri, çocukta, sinir sisteminin mükemmelleşmesine, yeni hareket alışkanlığının kazanılmasına, kalp ve solunum sisteminin düzenli işlemesine, kısacası bütün organların iyi işlemesine, son derecede yardım etmektedir. Hele düzenli beden eğitimi, çocukta organizmanın düzenli işleme olanağını artırmaktadır.

Son araştırmalar düzenli jimnastik ve spor yapanlarla yapmayanlar arasında büyük farklar olduğunu ortaya koymuştur.

Jimnastik yapan ve sporla uğraşanların jimnastik ve spor yapmayanlardan boyları daha uzun, kiloda daha ağır, göğüs çevreleri daha geniş, daha çok koşabilmekte, kalp ve damar sistemleri daha muntazam, sinir sistemi daha dayanıklı, vücutları daha düzgün, hareketleri daha çabuktur.

Bu durum şunu göstermektedir ki, beden eğitimi ve spor, bir eğlence, bir zevk aracı olmaktan ötede, insan sağlığıyla çok yakından ilgilidir. Temiz hava almak, iyi beslenmek gibi...

Beden eğitiminin sporun, uygar insan yetiştirilmesindeki yeri de bilinen bir gerçektir; birlikte hareket etmek, işbirliği, yardımlaşma, arkadaşlık, dostluk, birbirini sevmek gibi alışkanlıklar yaratmak sporun bir başka amacıdır. Kişiye yurtseverlik, insan severlik, estetik duyguları kazandırmak da sporun görevlerindendir. İnsanın yetişmesinde bu denli yeri ve görevi olan beden eğitimini ve sporu küçük bir azınlığın tekelinden kurtarıp 32 milyonun emrine sunmak devletin baş görevlerinden biri haline gelmelidir.

1938 yılında kurulan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, 1942-1960 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı’na, bu tarihler dışındaki yıllarda da başbakanlığa bağlı kalmıştır.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün görevi tümüyle bir eğitim görevidir. Bu bakımdan başbakanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Eğitimin bütünlüğü açısından, Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmasında zorunluluk ve büyük yararlar vardır.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü Kanunu’nun birinci maddesi, “Yurttaşın fizik ve moral kabiliyetlerinin ulusal ve inkılâpçı amaçlara göre gelişimini sağlayan oyun, jimnastik ve spor faaliyetlerini sevk ve idare” amacını gütmektedir.

Bu kanun maddesi de Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğünün, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanması gereğinin hukukî bir gerekçesidir.

Bugün beden eğitimi ve spor çalışmaları birkaç yolla yapılmak istenmektedir:

Bunlardan biri Millî Eğitim Bakanlığınca yürütülen okul çalışmaları... Bu çalışmalar, sınıflara ayrılan haftada 45 dakikalık bir zaman içinde yapılmaya çalışılır. Öğretmen çok şey yapmak ister, ama hiçbir şey yapamaz.

Türkiye’de binlerce okul içinden beden eğitimi ve spor yapabilecek salon sayısının beşi geçtiğini sanmıyoruz. Bu dersin önemi benimsenmediği için, salon olmamasından ve zamanın az oluşundan dolayı, binin üzerinde beden eğitimi öğretmeni yurt sporunda faydalı olamamaktadır.

Yine okul çalışmalarından Beden Eğitimi ve İzcilik Müdürlüğünce yöneltilen izci ve yavrukurt çalışmaları da bir göstermelikten ibarettir. İzci elbisesi ve eşyasını alabilenlerin izci olmaları, bu işin eğitimden çok bir göstermelik olduğunun açık bir delilidir.

Oysa okul programları beden eğitimi dersinden neler beklemektedir.

Çocuğun bedenini iradesinin emrinde bir araç olarak kullanmak, sağlıklı olmak, kurallarına uymak, kendini ve çevresini temiz ve bakımlı tutmak gibi alışkanlıklar kazanmasına yardım edilmiş olur. Beden eğitiminin gereği gibi uygulanması sayesinde çocukta girişkenlik, kendine güven, kendini kontrol, yiğitlik, arkadaşça işbirliği, çabuk karar verme, itaat, hoşgörürlük; hakkı, iyiyi, güzeli takdir etme gibi alışkanlık ve yetenekler gelişir. Onun, sağlıklı, dayanıklı olmanın neşesi ve yaşama isteği içinde, çalışma ve başarma iradesine sahip, fedakâr, verimli, yardımsever bir yurttaş olması sağlanır.

Programın istediği bu erdemler gerçekte sağlanabilmekte midir? Kaç kişi bu vasıfları beden eğitimi sayesinde kazandığını iddia edebilir? Bunun böyle olmadığını özellikle sporcuların ve spor severlerin bir süre önce meydan savaşı vermelerinde görmedik mi? Bu konuda iki husus var: Ya programlar gerçekçi değil yada programlar uygulanmıyor.

Ordudaki beden eğitimi ve spor çalışmalarının okullardan da, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü çalışmalarından da daha metotlu, daha âdil, daha verimli olduğunu görüyoruz. Bu çalışmalardan, erden subayına dek bütün askerlerin yararlandırılması en olumlu bir davranıştır.

Bütün yurt beden eğitimi ve spor görevini üzerine alan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğüne gelince.

30 yıl önce çıkarılan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü Kanunu’nun birinci maddesi:

Yurttaşın fizik ve moral kabiliyetini ulusal ve inkılâpçı amaçlara göre gelişimini sağlayan oyun, jimnastik ve spor faaliyetlerini sevk ve idare” amacını güder.

29 yıllık bir kuruluş, birinci maddede sözü edilen kaç yurttaşın fizik ve moral kabiliyetini sağlamıştır?” sorusunun cevabında çok zorluk çekileceği muhakkaktır. Çünkü Genel Müdürlükçe, yurttaşın sözlük anlamı, büyük şehirlerden dışarıyı kapsamaz. Yurdumuzdaki bütün devlet ve tabiat nimetlerinden faydalanmak, büyük şehirlerin büyük imkânlarına sahip olanların hakkı sayıldığı müddetçe, müdürlük elbette bir istisna gösteremeyecektir.

İkinci Beş Yıllık Plân da beden eğitimine ve spora değişik bir açıdan bakılmış ve geniş bir yer ayrılmıştır. Ama ne var ki, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, böyle bir plânın varlığından habersiz görünmekte, plânın öngördüğü hususların tam karşısında uygulamalarda bulunmaktadır. Plândaki şu satırlar önemlidir:

"Sıhhatli ve sağlam bir kuşak yetiştirilmesinde spor ana eğitim araçları arasında kabul edilecek, spor yapabilecek yaştaki kişileri yalnız seyirci olmak durumundan kurtaracak ve aktif olarak spor faaliyetlerine katarak beden ve ruh sağlığına yardım edecek imkânlar yaratılacak, beden çalışması, fikir çalışması ile ahenkli kılınacaktır.

Devlet seyir sporunda düzenleyici rolü geliştirecek, sporla ilgili faaliyetleri topluma yönelten, okul ve halk sporuna öncelik veren bir nitelik kazanacaktır.

Beden eğitimi yanı sıra kişilere farklı yetişme imkânları veren çeşitli spor dallarının dengeli gelişmesi teşvik edilecek, güreş, atıcılık, okçuluk ve binicilik gibi geleneksel spor dalları desteklenecektir.

Spor tesislerinin yurt üzerindeki ve çeşitli spor dallarına göre dağılımındaki dengesizlikleri ortadan kaldıracak önceliklerin tanımlanmasında ağırlığı seyir sporu yerine kütle sporuna verecek bir yatırım politikası izlenecektir.

Spor kulüplerinin değişik spor dallarında amatör faaliyet göstermeleri ve çok sayıda kişinin spor ve kültür faaliyetlerine aktif olarak katılmasına imkân hazırlayıcı kuruluşlar haline gelmeleri teşvik edilecektir."

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün bugüne kadar, plânlamaya uygun yada o doğrultuda bir davranışı görülmemiştir.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, halkın eğitimini bir amaç saymadığı gibi okullardaki haftada 45 dakikalık bir dersi yeter bulmuş, bunun da Millî Eğitim Bakanlığınca yürütüldüğü inancı içinde gençliğin beden eğitimiyle, sporuyla ilgilenmemiştir. Hele üniversite gençliğiyle ne Millî Eğitim Bakanlığı ne de Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü ilgilenmiştir.

Oysa gençliğin genel eğitiminde gençleri pasiflikten, münzevilikten, yalnızlıktan ve hareketsizlikten korumada; onlara hayatı, yaşamayı sevdirmede beden ve ruh sağlığı vermede sporun büyük etkisinin olduğunu kimse inkâr edemez.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü halkla, gençlikle ilgilenmemekte, gerekli görevi yerine getirmemekte olduğu meydanda iken, kendisine görev seçtiği kulüplerle olan ilişkilerinde de olumlu bir yolda olduğu söylenemez. Tek uğraşısı, kulüplerin temaslarını organize etmek, yurt içi ve yurt dışı sportif yarışmalara oyuncu yetiştirmek olmuştur.

Elbette kulüpler organize edilecek ve yarışmalarda iyi puan almak için çalışılacaktır. Ama Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğünün tek görevi bu alanda toplanırsa, halkın beden eğitimiyle sporuyla ilgilenecek yeni bir kurum gerekecektir.

3530 sayılı Kanun, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nü, beden eğitimini ve spor konusunda, ordu içinde Millî Savunma Bakanlığı cezaevleri için Adalet Bakanlığı, okullar için de Millî Eğitim Bakanlığıyla ilgi kurmak, müşterek çalışmalarda bulunmak göreviyle zorunlu tutar. Oysa, her bakanlık birbirinden habersiz olarak çalışmalarını yürütmektedir. Ordunun ve okulların bu konudaki tutumlarını belirttik. Cezaevleri ise, spor konusuyla hiç mi hiç ilgili değildir. Adalet Bakanlığı cezalıların beden eğitimiyle, sporuyla asla uğraşmamaktadır.

Böylece Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü bu görevini de yapmamakta, kendi dar bölgesi içinde bürokratik bir çalışmadan öteye gidememektedir.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün, hele işçilerle ilgilendiği, fabrikalarla ilgi kurduğu hiç söylenemez.

Bir zamanlar özellikle devlet dokuma fabrikalarında beden eğitimi ve spor günlük zorunlular arasındaydı. Alanlar, salonlar, havuzlar işçilerin hizmetindeydi. Zamanla bu yerler fabrika müdürünün idarecilerinin eğlence yerleri haline getirilmiştir.

Bütün uygar ülkelerde olduğu gibi, fabrikalarda, büyük işyerlerinde beden eğitimine ve spora mutlaka yer verilmelidir. Çeşitli kulüpler kurulmalı, fabrika sahibi olan devlet yada özel sektör bu alan için ayrı bir para ayırmalıdır.

Sayın milletvekilleri,

Son yıllarda bir takım spor tesisleri yapılmakta hele spor-toto’dan ayrılan yüzde 40’larla milyonlarca liralık yatırımlarda bulunulmaktadır. Ne var ki, burada da devlet eliyle kişiler zengin edilmekte, müteahhitlere bol bol paralar verilmekte, bu yüzden de işler uzamakta, işe hile karışmakta ve usulüne, tekniğine uygun iş çıkamamaktadır. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü emrine verilen paralar, öbür bütçe giderleri yanında çok önemli bir yer tutmaktadır: Bir örnek vermek gerekirse: 1963’te 49 milyon 430 bin, 1964’te 29 milyon 990 bin, 1965’te 25 milyon 90 bin, 1966 da 41 milyon 270 bin, 1967 yılında ise 49 milyon 915’bin liralık yatırım yapılmıştır, öbür harcamalar da ayrıdır. Ne var ki bu yatırımların ortalama yüzde 79,5’i seyir sporunda kullanılacak olan büyük tesislere ayrılmıştır.

Genel Müdürlük bütçesine ayrılan paralar, çoğunlukla, çalışmalarını ticarî birer anlayış içinde yapan profesyonel kulüplere verilmekte, amatör kulüplerin sporcuyu açık artırmaya koymalarını insanî bulmuyoruz. Sporcu birer müzayede konusu olmamalıdır.

Ayrıca futbol oynayanlar bugün Türkiye’de himayesiz durumdadır. Koşarak hayatını kazanan bu ağır işçilerin İş Kanunu kapsamı dışında bırakılmalarını olumsuz karşılamaktayız. Ücretleri doğru dürüst ödenmez. Çeşitli meslekî hastalıklara mâruz kalırlar ve üstelik genç yaşta işlerini bırakmak zorundadırlar. Futbol oynayanların hayatını emniyete almanın gereğine inanmaktayız.

Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, bütçesinin büyük kaynağı olan köylere ve kasabalara spor hizmetlerini götürmeyi birinci görev bilmelidir.

Köy ye kasabalarda bölge müdürlüklerine bağlı köy ve kasaba spor yuvalan kurulmalıdır. Sporun bütün branşları mahallî ve coğrafi bölgeler göz önünde tutularak en küçük yerleşme yerlerine dahi götürülmelidir.

Güreş ve kayak her tarafta uygulanabilecek spor çeşitleridir. Hele güreşin halkoyunda sevimli bir geçmişi vardır. Bundan yararlanmak tüm köy gençlerini bu sporla ilgilendirmek mümkündür.

Okul öncesi dönemde yapılan her türlü jimnastiğin çocukta sinir, kalp ve solunum sisteminin düzenli işlemesine, gelişmesine işaret etmiştik. Beden hareketlerini yapabilmeleri için çocuk parklarını kurmayı devlet, gelişi güzel ve çokluk büyük şehirlerin zengin mahallelerine kuran belediyeye bırakmamalıdır ve bu parkları, nerede çocuk varsa oraya götürme yollarını aramalıdır.

Bugün, güneş, kum ve deniz suyu üçlüsünün insan sağlığındaki yeri anlaşılmış bulunmaktadır. Güneş, kum ve deniz suyundan yararlanmanın deniz sporuyla elde edildiği de bilinen bir gerçektir.

Devletin önemli görevlerinden biri de denizi küçük bir azınlığın tasallutundan kurtarıp gerçek sahibi olan geniş halk kütlelerine sunmak, onlara deniz sporu için de fırsat ve imkânlar hazırlamaktır. Gerçek adalet Türk köylüsünün, Türk işçisinin deniz kıyılarını, deniz kamplarını, plajları, alanları doldurduğu zaman başlayacaktır.

Teşekkür ederim, saygılarımla.

 

MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI BÜTÇESİ 

20 Şubat 1968

BAŞKAN- T.İ.P. Grubu adına Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı, buyurun efendim.

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Türkiye İşçi Partisi Meclis Grubu adına 1968 yılı Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi üzerine görüşlerimizi sunmak istiyorum;

Adalet Partisi iktidarının hazırladığı İkinci Beş Yıllık Plânla 1968 yıllı Millî Eğitim Bakanlığı bütçe tasarısı birlikte incelendiğinde, “plân” ve “program” adları sık sık söz konusu olmasına rağmen, Türk millî eğitiminin tamamiyle tesadüfi faktörlere bağlı bir gelişme geçirdiği, yakın gelecek içinde çözümü mümkün olmayan problemler yaratacağı kolaylıkla görülecektir.

1968 Türkiye’sinde eğitim hizmeti gerçekten utanç vericidir. Ve Adalet Partisi iktidarı plânlarda, programlarda, bütçe tasarılarında, Acem mübalâğasından da öte bir vaatler edebiyatı yaparken bir yandan da adı “Millî Eğitim Bakanlığı” olan kuruluşu, milletin değil, küçük bir azınlığın buyruğuna terk etmiştir.

Hükümet, plân ve programlara, malını satmak için birtakım sanat oyunlarından yararlanarak vitrin düzenleyen mağaza sahibinin mantığı açısından bakmaktadır. Vitrinde sergilenen malın, nasıl ki raflarda olmaması normalse plân ve programda geniş yer verilen bahislerin bütçe tasarısında sözü dahi edilmemesi de o derece normal sayılmaktadır.

Örnek vermek istiyorum: İkinci Beş Yıllık Plânın eğitim bölümünün bir cümlesini okuyorum.

“1968 yılında okul dışındaki 300 bin kişiye okuma yazma öğretilmesi sağlanacak, bu sayının 1969’da 600 bine çıkarılması için hazırlıklar tamamlanacaktır.” Bütçe tasarısının 492. sayfasında da “halkı okur yazar hale getirmek ve genel bilgilerini artırmak maksadiyle 2 bin 374 halk dershanesi açılmış ve 30 bin 994 kişi başarı ile dershanelerden mezun olmuştur” denilmektedir. Bu satırlarda Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü’nün bugünkü kaynaklarıyla sahip bulunduğu hizmet kapasitesi hakkında böylece bir fikir edinmiş oluyoruz. Öte yandan Hak Eğitimi Genel Müdürlüğü’nün bütçe ödeneklerine bakıyoruz; yıllık eğitim kapasitesini 30 bin civarından önce 300 bine çıkarmak, sonra da 600 bine çıkarmaya hazırlık için ayrılmış bir ödenek göremiyoruz.

Her yıl 200 bin köylü çocuğu köy ilkokulunu bitirmek ve orta öğretime devam edebilmek için devletin yardımını beklemektedir. Bugün ilkokulu bitiren bir köylü çocuğuna bütün okul kapıları kapatılmıştır. Teknik ve meslekî okulların ilk devreleri genel ortaokul haline getirilmiş, askerî ortaokullar kapatılmış, sıra şimdi de ilk öğretmen okullarının birinci devrelerine gelmiştir. İkinci Beş Yıllık Plânın 1968 programında ‘‘altı sınıflı ilk öğretmen okullarının birinci devresi, ilk öğretmen okulu bünyesinde birinci sınıftan başlayarak genel ortaokul niteliğine getirilecektir" deniyor. Bu okullarda, köylü çocuklarına ayrılmış bulunan kontenjanın da kaldırılması ihtimali büyüktür. Bugün ilkokul çıkışlı köy çocuklarının gidebileceği iki okul kalmıştır. İmam-hatip okulu ile ebe okulu.

Bugün genel anlamda köylerde bir okulun varlığı söz konusu edilemez. Hele şehir okullarıyla kıyaslamak mümkün değildir. Şehir ilkokulları ile köy ilkokulları arasında personel, öğretmen, eğitim araç ve gereçleri, derslikler bakımından büyük dengesizlik mevcuttur. Bunların dışında bir de uygulanan program sorunu vardır. Şehre ve şehirli çocuklara göre hazırlanmış programla köy çocuklarına eğitim yapılması son derece yararsız sonuçlar yaratmaktadır.

Bu durumda köy çocuklarına verilen eğitim ve öğretim çabası her bakımdan bir israftır.

Orta ve yüksek öğretimde, köylü ve işçi çocuklarına geniş okuma olanakları sağlayan bir uygulamaya büyük bir ihtiyaç vardır. Bugünkü eğitim düzeni, dar bir tabanda seçme yapmaktadır. Bu yol insanî değildir. Ayrıca, bu yolla yapılan seçme ile toplumun zekâ potansiyelini tam değerlendirmek mümkün değildir. Eğitim bir yerde, toplumda, özel hüner ve yaratıcılık gerektiren meslek ve mevkilere insan yetiştirmektedir.

Toplumu yönetecek kimselerin, toplumdaki en zeki ve kabiliyetli kimselerden olmaları her bakımdan gereklidir. Hem toplumumuzdaki mevcut zekâ ve kabiliyet potansiyelinin daha iyi kullanılabilmesi hem de sosyal adaletin sağlanabilmesi için emekçi halka okuma ve yükselme imkânları açık tutulmalıdır.

Orta ve yüksek öğretimde seçme dar bir tabandan yapıldığı gibi, seçilenler de Türk toplumunun ihtiyaç duyduğu yetişkinlik, hüner ve meslek dalları arasında olumsuz bir şekilde dağıtılmaktadır. Liselerdeki öğrencilerin orta öğretimdeki toplam öğrenciye oranının 1968-1969’da yüzde 57,5 iken 1972-1973’te yüzde 60,2’ye yükseleceğini plânda görüyoruz. Meslekî ve teknik öğretim ihmal edilirken, lise eğitimi artırılıyor. Oysa sanayileşmek isteyen bir ülkede bu oranın tamamıyla ters olması gerekir. Bunun nedeni bellidir. Eğitim, Türkiye’de küçük bir azınlığın imtiyazıdır. Bunlar, kendi çocuklarının usta, teknisyen seviyesinde mesleklere girmelerini şanlarına yakıştıramıyor.

Sayın milletvekilleri, Türkiye, yeni emperyalizmin ilgi duyduğu bir ülke haline gelmektedir.

Yeni emperyalizm, geri bırakılmış ülkelerin yer altı ve yer üstü doğal zenginliklerini rahat sömürmek için o ülkelerin insanlarına gayri millî bir eğitim uygulatmaktadır.

Yeni emperyalizm, sömürdüğü ülkenin insanlarının beyinlerini yıkayarak birer ulusal bilince varmasını önlemeyi iyi bilmektedir.

Bir ülkeyi ele geçirmenin tek yolunun top tüfek olmadığını da iyi bilmektedir. Onun yerine güler yüzle, cömert keseli uzman görevlilerin toptan, tüfekten daha etken olduklarını da iyi bilmektedir.

Bu görevliler, görevlerini eskiden olduğu gibi, cephelerde, kışlalarda değil; dairelerde, okullarda ve “barış gönüllüsü” kılığında köylerde yapmaktadırlar. Yeni emperyalizmin tek korktuğu, “düşünen adam”dır. Onun için, bütün çabasını “düşünmeyen adam” yetiştiren eğitime harcar.

Bir yerde ise sömürdüğü ülkenin insanını kendinden yana çekmek için onu yozlaştırmak, onu millî kültüründen uzaklaştırmak kendi kültürünün hayranı etmek yollarını arar ve bulur da.

Bu hal son yıllarda daha bir açıklığa kavuştu; Türkiye’nin dış politikası, “Amerika’ya sımsıkı bağlanma” esasına dayatıldı; eğitim ve öğretim düzenimiz de aynı paralelde tutulmaya başlandı. Sinemalar, her türlü basın, radyolar, okullar bu konuda görevler yüklendi!

Sayın milletvekilleri; eğitim uygulamasında kadının yeri yok denecek kadar azdır. Bugün Türkiye’de 32 milyon nüfustan yaklaşık 25 milyonu 6 yaşından yukarı okuma-yazma çağında yada okuma-yazma bilmesi gereken yaştadır. Oysa bu miktarın 15 milyonu okuma- yazma bilmemektedir. Ve bunun 10 milyona yakını da kadındır.

10 milyon kişi ise okuma-yazma bilmektedir. Bu miktarın ise 3 milyonu kadındır.

Demek oluyor ki, bugün Türkiye’de 3 milyon kadın okuma-yazma bilmekte, 10 milyon ise okuma-yazma bilmemektedir.

3 milyondan 1 milyona yakın miktarı ise diplomasız okuryazardır, yani ilkokulu dahi bitirmemiştir. Bu miktardan yalnız 25 bini yüksek tahsil yapabilmiş, 150 bini lise ve benzeri okullardan mezun olmuştur.

Türkiye’de bugün, kadın eğitimi gerçekten önemli bir sorundur. Ve bunun iki yönü vardır:

Birincisi, kadının okutulmaması,

İkincisi, okuyan kadına, okullarda erkeklerden farklı bir öğretim uygulanması...

Ayrıca, kız ortaokulu, erkek ortaokulu; kız lisesi, erkek lisesi, kız öğretmen okulu, erkek öğretmen okulu gibi adlarla okulların bölünmesi ise, kadın-erkek sorununun ayrı bir olumsuz yönüdür.

Eğitimi, “kadın eğitimi”, “erkek eğitimi” gibi bölümlere ayırmak, pedagoji bilimi açısından yanlış bir yoldur.

Bundan üç yüz yıl önce yaşamış bir yazarın kadın eğitimi konusundaki düşünceleri bu konuda yazdığı kitap 1967 yılında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştır. Bu kitaptan şu satırları hayretle okumaktayız:

"... Çoğunlukla kadınlar, zekâ bakımından erkeklere göre daha zayıf ve daha mütecessistir. Bu yüzden onları büyüklük taslayabilecekleri işlerde kullanmak söz konusu olamaz. Onlar ne devlet idare etmeli, ne savaş yapmalı, ne de kutsal işlerin yönetimine karışmalıdır. Böylece onlar, siyasetle, askerlik sanatı ile, hukukla, felsefe ile ve Tanrı bilimi ile ilgili bâzı önemli bilgilerden vazgeçebilir. Zaten mekanik sanatın çoğu onlara göre değildir. Onlar hafif işler için yaratılmıştır. Vücutları, hattâ zekâları erkeklerden daha zayıf ve daha güçsüzdür. Buna karşılık tabiat, evlerinde rahatça uğraşmaları için onlara, hünerlilik, temizlik ve tutumluluk gibi kabiliyetler vermiştir.”

Bu satırlar, modem eğitimin yüzde yüz karşısında olan ilkel görüştür.

Bugün kadın eğitimi ile halk çocuklarının eğitimi bir yerde birleştirilmektedir. Erkek sanat enstitülerinde, bu enstitülerin yükseği olan Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’nda; öğretmen okullarında, bu okullarını yükseği olan eğitim enstitülerinde felsefe, mantık, sosyoloji dersleri okutulmamaktadır. Bu dersler, bilindiği gibi kişiye, yurt ve dünya sorunlarında geniş düşünme yeteneğini kazandırmaktadır.

Bugünkü eğitim düzeninin, tümüyle halk çocuklarının devam ettiği okullarda bu derslere yer vermemesinin gerçek amacı, halk çocuklarının birer entelektüel olarak yetişmesi yerine, sınırlı bilgi ve kültüre sahip yarım aydınlar olarak hayata atılmalarını sağlamaktır.

Ayrıca, öğretmen okullarında, yabancı dil derslerine yer verilmemesi, bu yargıyı doğrulamaktadır.

Kız enstitüleri ve yüksek kız teknik öğretmen okulunda da felsefe, mantık, sosyoloji gibi derslerin okutulmaması, ev kadınının geniş düşünebilme yeteneğine kavuşmasının gereksizliğine inanmaktan ileri gelmektedir.

Türkiye’nin gerçeklerini gözden ırak tutamayız elbette. Ama ne var ki, uygar ülkelerde, mutfak, çocuk bakımı gibi işler yavaş yavaş ev kadınının omuzlarından alınmaya başlanmıştır. Kadının sadece bu işleri yapması gereği mantığı, onun kültürünü yükseltilmesine, sosyal-politik hayata gerektiği gibi katılmasına engel olmaktadır. Ve kadın, bu sebeplerden dolayı, her yönden gelişmede erkekten geri kalmaktadır.

Hele köy kadınının eğitimdeki yeri pek gülünçtür. Bir eşya gibi alınıp satılan, hiçbir özgürlüğü olmayan, insanca muamele görmeyen köy kadını için bugünkü hükümetler hiçbir çaba harcamamaktadır. Halk eğitimi altında, sepet örücülüğü, halı dokuyuculuğu öğretimi onu oyalamaktan öteye gitmeyen bir davranıştır.

Şu sonuç değişmez bir gerçektir: Kadınla erkek arasındaki eğitim aykırılıkları ortadan kalkmadıkça sağlıklı bir toplum kurulamaz.

Şimdi de öğretmen sorunu üzerinde birkaç kelime söylemek isterim.

Türkiye’de öğretmen, tümüyle halk çocuğudur. Bu yüzdendir ki hâkim sınıf iktidarları, öğretmeni kendi sınıflarının birer “mürebbi”si yada mürebbiyesi olarak görmek isterler... Onlarca mürebbi, uysal olacak, efendisinin eğitim anlayışına kolayca uyacak, kişiliği söz konusu olmayacaktır. Öğretmende bu vasıflar yoksa, bir bey beğenmediği mürebbiyesini ne yaparsa, hâkim sınıf hükümetleri de öğretmene aynı şeyi yapacaktır. Öğretmene baskı, öğretmen nakli, bakanlık emrine almalar, son deyimiyle “öğretmen kıyımı” böyle doğmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında en büyük, en kutsal meslek öğretmenlikti. Yeni nesil, öğretmenin esiri olacaktı! Cumhuriyeti cumhuriyet yapan biraz da öğretmendi, çünkü onu halka öğretmen götürmüştü. Atatürk devrimlerini en uçtaki köye götüren yine öğretmendi. Öğretmen ülkücüydü (idealist), Atatürkçüydü devrimciydi.

Daha o zaman öğretmen, cumhuriyetten, devrimden çıkarı bozulan bir kısım zümreler tarafından horlanmıştı. Bunlar bir yerde ağaydı, eşraftı, şeyhti...

Öğretmen, köye giden ilk ışıktı. Topluma, hâlâ ışıktan rahatsız olanlar hâkimdi. Buna rağmen öğretmen güçlüydü. Kanunlar öğretmenden yanaydı, Atatürk öğretmenden yana, iktidar öğretmenden yanaydı.

Yavaş yavaş güçler başkaldırmaya ve öğretmen hedef alınmaya başlandı.

1944 yıllarında köy enstitüleri ilk mezunlarını vermeye başlamıştı. Ne var ki köy enstitüleri mevcut düzenle çelişen kumullardı. Kapitalist bir düzende eğitim, alabildiğine gelişir, halkı içine alır; işçisi, köylüsü eğitimin bütün ürünlerinden yararlanırsa hâkim çevreler, eğitimin halka yönelmesini istemezdi. Ama bir yandan da hâkim çevrelerin yaşaması, güçlenmesi yine eğitimle mümkündü. O halde önemli olan şey, “doz” meselesiydi; dozu iyi ayarlamak gerekliydi.

Köyü, köylüyü, ancak içinden çıkıp, yine köye dönen halk çocukları, yoksul köylü çocukları ile halktan yana olan namuslu aydınlar gün ışığına çıkarabilir, aydınlatabilirdi. Halkın içinden çıkıp, yine halka dönmek şarttı. Okuyan köylü çocuğu sınıf değiştirmemeliydi. Sınıfına dönmeli, sınıfının adamı olmalıydı. Yeni tip köy öğretmeni sınıfsal bir karakter taşıyordu.

Köy enstitüleri, mevcut düzenle hâkim sınıfların çıkarıyla çelişen kurumlardı. Ve hâkim sınıflar bu çelişkinin tez farkına vardı.

Köy enstitüsü adı ağza alınamaz oldu. Köy enstitüsü çıkışlı öğretmen, menşeini saklar oldu. Köylü babalar, enstitülü oğullarına “hâin” gözüyle bakar oldu. Hâkim sınıflar başarıya ulaşmıştı. Babayı oğula, oğulu babaya düşman etmişlerdi.

Öğretmen halk çocuğudur. Öğretmen emekçidir, bu yüzden de devrimcidir. Hiçbir zorba kuvvet bu gerçeği değiştiremez.

1950 iktidarının ilk icraatı öğretmenler üzerine olmuştur.

27 Mayıs hareketi, aydınlara ve halka yeni umut kapıları açmıştı. Kişi düşündüğünü, duyduğunu, inandığını rahat yazacaktı, rahat söyleyecekti.

Öğretmen, 27 Mayısı bir kurtuluş hareketi saymıştı. Köy köy, kahve kahve dolaştı.

Cumhuriyeti, devrimleri o belletmişti, şimdi de 27 Mayısı, Anayasayı o söylüyordu.

1923’lerde öğretmen Tanrı sanatçısıydı, 1950’lerde, bir çocuk bakıcısı da değildi, bir “kara cüppeli”ydi. 1960 baharında öğretmen yine bir Tanrı sanatçısı oluverdi. Öğretmen bir tahterevalli oyuncusu durumundaydı!

1965 seçimiyle yeni bir dönem başladı. Yeni dönemin yeni okları önce öğretmeni hedef aldı:

İstanbul’un en modern okulundan, Hakkâri’nin en uzak dağ köyüne dek her yerde öğretmen vardır. Öğretmen tedirgindir bugün. Bu büyük kütle, hele ilkokul öğretmeni, haftada 28 saat ders verir, ortaöğretimdeki meslektaşlarının aksine çok mütevazi maaşının dışında eline bir tek kuruş geçmez; dar ekonomi koşulları içinde bunalır; bir taraftan gerilikle, cehaletle, ağasıyla, eşrafıyla uğraşır, bir yandan da her gün ceza mektupları taşıyan postacının yolunu gözler.

Bugün Anayasa, millî eğitim müfredat programları, millî eğitimin amaçları, Türk öğretmeninin sınıfsal yapısı, hâkim sınıflar ve iktidarlarıyla çelişme halindedir. Türk millî eğitimi, “Atatürk devrimlerine bağlılığı”, “millî kaynakları korumayı”, “toplum menfaatlerini kişisel menfaatlerin üstünde tutmanın gerekliliğini”, “bir kazancın ancak emek karşılığı olduğunu” öngörmektedir.

Oysa A.P. iktidarının uyuşmazlığının nedeni budur.

A.P. iktidarının üç yıllık döneminde kıyıma uğrayan öğretmenlerin yüzde doksanının gerekçesinde politika yaptığı yazılıdır. Bu bir sübjektif ölçüdür. Eğer objektif olsaydı, A.P.’nin militanlığını yapan milliyetçi öğretmen derneklerinin kapatılması ve bütün üyelerinin en azından bakanlık emrine alınması gerekirdi. Oysa bu derneğin bütün üyeleri birer okul müdürüdür.

Sayın milletvekilleri; hepsi bir yana, şu “imtihan yönetmeliği” meselesi dahi A.P. iktidarının ne olduğunu, ne olmadığını pek açık bir dille anlatmaktadır.

Millî Eğitim Bakanı’nın Meclis kürsüsünden bir “reform” olarak ilân ettiği ve yurdun dört bucağında tepki gördüğü için değiştirilen “yeni imtihan yönetmeliği”, aslında halk çocuklarının ekmek parası kazanmak için elde edecekleri diplomaya engel olmak, küçük bir azınlığa göre plânlanmış eğitim düzeninden gelen çarpıklığı öğretmenle öğrenciye yüklemek, dolayısıyla öğretmenle veliyi karşı karşıya getirmek, öğretmenin itibarını azaltmak için hazırlanmış, A.P. iktidarı açısından talihsiz bir vesikadır.

Yönetmelikten bir örnek vermek istiyorum:

Türkçe dersinden 50’den aşağı not alan bir öğrenci, bütün derslerden 100’er puan alsa da sınıfta kalır.

Şimdi bunun üzerinde biraz duralım; Türkçe dersinden kimler zayıf alır?

1. Köylü çocuğu zayıf alır. Çünkü, köy okullarında beş sınıfa genellikle bir yada iki öğretmen ders verir. Yüklü bir program altında ezilen öğretmen sözlü ve yazılı ifade çalışmalarına yer veremez. Genellikle köylü ana-babalar okuma-yazma bilmez. Köy evine gazete, dergi, kitap girmez. Çocukta şive bozukluğu, terim ve kavram yoksunluğu vardır. Bu sebeplerden köy çocuğunun Türkçesi zayıftır.

2. İşçi çocuğu zayıf alır. Çünkü, Türkiye’de işçi, genellikle köy çıkışlıdır. Ve yine genellikle gecekondularda sağlık dışı bir yaşantı içindedirler. Ayrıca da ekonomisi çocuğuyla ilgilenmesine engeldir. Ayrıca bu çocuklar okul dışındaki zamanlarını, simit, gazete ve başka şeyler satarak, boyacılık yaparak değerlendirir. Gazete, kitap okuyacak ne parası ne de zamanı vardır.

Küçük esnaf, küçük memur, zanaatkâr çocukları da aynı koşullar içindedir.

Millî Eğitim Bakanının reform diye nitelediği yönetmelikten yalnız bir örnek verdim, ötekiler de bundan geri kalmayacak niteliktedir.

Plân, dilediği kadar eğitim hedeflerini çizedursun, üniversiteler ihtiyaç duyulan alanlarda kayıtları kısabilmekte, ihtiyaç duyulmayan alanlarda, alabildiğine açabilmektedirler. Kayıtların, her ders yılı başında, hükümetle üniversiteler arasında pazarlıklara konu olması hazindir. Üniversiteler, özellikle teknik dallarda, büyük âtıl kapasitelere sahip görünmektedir. Üniversitelerin personel kaynaklarının yeterli olduğu gerçeği, bunların bir kısmını özel yüksek okullara ödünç verebilmelerinden anlaşılmaktadır. Kaldı ki, eğitim yapabilecek yetişkinlikteki doktor, asistanlarını da mevzuatta değişiklik yapılarak kullanılması sayesinde personel tıkanıklığı problem olmaktan büsbütün çıkarılabilir. Bütün mesele bu personel kaynaklarının kendilerinden âzami verim alınacak şekilde kullanılmasındadır. Bu yapılabildiği takdirde bina yetersizliği gerektiğinde kiralama yoluyla giderilerek, laboratuar araç ve gereç ihtiyacı da hızla karşılanarak mevcut resmî yüksek öğretim kapasitesi, özel yüksek okulların elindeki öğrenci kütlesini rahatlıkla kendine çekebilir.

Özel yüksek okulunu bir cümle ile özetleyebiliriz: Çokluk, elverişsiz bir binada, ödünç alınmış öğretim personeliyle araçsız, gereçsiz laboratuarsız bir gecekondu öğretimi...

Bugün özel sektöre, çok ve kolay kazanmak için bir alan daha açılmıştır. Bir bina kiralayabildin mi, gerisi pek kolay. Doçent ve profesörlerle öğrencileri bir araya getirince; özel yüksek okul açılmış oluyor. Bir bakkal dükkânının bile bu kadar kolay açılmadığı bir zamanda eğitimi böylesine hafife almak, yirminci yüzyıl Türkiyesi için pek hazindir.

Devlet, yüksek öğretimde, sahip bulunduğu bina, laboratuar, araç ve gereçle personel kaynağını en çok verim sağlayacak biçimde kullanamamaktadır. Bunun sonucu olarak lise mezunlarının yüzde 20’sinin açıkta kalması; eğitimi, bir kâr kaynağı olarak özel sektöre açmıştır. Oysa özellikle yüksek öğretim belki de dünyanın hiçbir yerinde, hâttâ özel sektörün pek önem kazandığı A.B.D.’de bile bir kâr kaynağı değildir. Amerika’da yüksek öğretim genellikle özel ellerdedir, ama bunlar kâr amacıyla işletilmezler.

Özel yüksek okullar Anayasaya aykırı kuruluşlardır. Anayasanın üniversitelerin kanunla ve devlet eliyle kurulacağına ilişkin hükmü bunu doğrulamaktadır. İsmin “yüksek okul ’ olması durumu kurtarmamaktadır. Gördükleri toplumsal görev bakımından üniversitelerden farklı değildir. Anayasa hükmüne göre, yüksek seviyedeki personelin eğitiminin özel ellerde bulunması, öğrencilerin zayıf yetişmesi sonucunu vermektedir.

Özel yüksek okullar yoluyla bâzı kişi ve zümrelere imtiyaz tanınmaktadır ki, bu da Anayasayla çelişmektedir.

Özel yüksek okulların en önemli bir sakıncası da insan gücü ve eğitim plânlamasını uygulamaya yanaşmamasıdır. Bu okullar patronların dilediği alanda açıldığı için plânda öngörülmüş eğitim hedefine göre gerekli olmayan alanda bir insan gücü fazlası yaratacaktır. Bu fazlalığın ileride işsizlikle karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.

Bu kuruluşların bir an önce kapatılmasında, öğrencilerinin benzeri fakültelere aktarılmasında büyük yararlar vardır.

Sayın milletvekilleri; sözümü bağlarken 1948 yılında kabul ettiğimiz Birleşmiş Milletler İnsan Haklan Beyannamesi’nin bir maddesini okuyacağım:

“Her insanın eğitimde hakkı vardır. Eğitim parasızdır, temel eğitim mecburidir. Teknik ve meslekî eğitim herkese açık olacaktır. Yüksek öğretim kabiliyeti ölçüsünde herkes için eşit ölçüde sağlanacaktır. Eğitim, insan kişiliğinin gelişmesine, insan haklarının ve temel özgürlüklerin kuvvetlenmesine yönelecektir.”

Bugün A.P. iktidarı, İnsan Hakları Beyannamesini şu anlayış içinde uygulamaktadır:

“Her insanın eğitimde hakkı yoktur. Eğitim paralıdır. Temel eğitim serbesttir. Teknik ve meslekî eğitim herkese açık değildir, hele köylü çocuğuna aslâ! Yüksek öğretim paranın çokluğu ölçüsünde sağlanacaktır. Eğitim, insan kişiliğinin gelişmemesine, insan haklarının ve temel özgürlüklerin zayıflayıp yok olmasına yönelecektir.”

Saygılar.

A.P. GRUBU ADINA MEHMET FAHRİ UĞRASIZOĞLU (Uşak)- (...) Türkiye İşçi Partisi sözcüsü, hakikat dışı o derece beyanlarda bulundu ki, ben bunları şimdi burada arz etmeyeceğim, yalnız kendisine birkaç satırla cevap vermek istiyorum. Çünkü T.İ.P. sözcüsünün beyanı hakikaten ibret vericidir. Seçim meydanlarında söylediklerinin aynıdır. Sözcü, bütçeyi eleştirmemiş, düzme edebiyat yapan bir sosyalistin söyleyebileceği kadar yalan söylemiştir. Bunu bir seviye meselesi kabul ederek A.P. Grubu adına kendisine cevap vermiyorum...”

Yazarın Notu:

Fahri Uğrasızoğlu beni “seviyesiz” olarak suçluyor. Kendisiyle Meclis’in zemin katındaki özel eşyamızı koyduğumuz dolap salonunda dolap komşusuyduk, dolaplarımız yan yanaydı. Arada bir karşılaşırdık. Her seferinde efendi görünüşlü, parti arkadaşları gibi saldırgan olmayan, “antikomünist görünmeme”ye gayret eden, çok az konuşan biriydi ve çok kez de o konuşmak isterdi. Bir sefer:

“Sizi çok taktir ediyorum, çok idealistsiniz, çalışkansınız, her konuşmanıza hazırlanarak geliyorsunuz, kıskanıyorum!” demişti.

Bu Millî Eğitim Bütçesi’nde beni “seviyesizlikle suçlamasından sonra dolapta karşılaşmamaya gayret etti. Bir süre sonra dayanamamış ve utanmış olacak ki, yine dolapların önünde:

“Özür dilerim, işte biz böyleyiz, biz politikayı böyle yürütüyoruz!”dedi.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEM- (...) Yalnız T.İ.P.’i dikkate almadım ve onlara cevap da vermeyeceğim. Çünkü, konuşmalarında ciddiyete, samimiyete, ilme dayanan bir şey görmedim, tamamen polemikten ibaret, o kadar polemik ve esastan uzak şeylere Millet Meclisi kürsüsünden cevap vermek Millet Meclisi kürsüsünün ağırlığına yakışmaz. (A.P. sıralarından alkışlar)

 

1969 YILI MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI BÜTÇESİ 

18 Şubat 1969

BAŞKAN- T.İ.P. Grubu adına Sayın Yusuf Zıya Bahadınlı.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)-Sayın Başkan, sayın arkadaşlar;

T.İ.P. Grubu adına Millî Eğitim Bakanlığı Bütçesi’ne dönük eleştirilerimizin dördüncüsünü yapıyoruz. Bu süre içinde eğitim çalışmalarının dünya kültürünün hızlı ilerlemesi yanında bir arpa boyu bile yol alamadığını gözlemiş bulunuyoruz.

Bütçe konuşmalarının, bir geleneği sürdürmekten öteye geçmediğini üzüntüyle görüyoruz.

Hükümet sözcüleri bu kürsüden vaatlerin en parlağını, fikirlerin en ilerisini dile getirmekteler. Muhalefet sözcülerinin birer araştırma ürünü olan eleştirileri havada kalmakta, iktidar bildiğini okumaya devam etmektedir.

Bu hep böyle olmuştur. Meclis tutanaklarını şöyle bir karıştıranlar bu yargımızı doğrulayacaktır.

Atatürk’ten bu yana, bu kürsüden yapılan hükümet programları, bütçe konuşmaları, tutanakların tozlu sayfalarının ötesinde bir hayata kavuşmamıştır.

Zaman zaman bir silkinme olmuş, bir hamle yapılmış; sonra pişman olmuşçasına, eski yola devam edilmiştir.

Bu gözlemler, bir düzenin izahıdır. Devirler değişir, yöneticiler değişir, ama düzen değişmezse, parlak vaatler, ileri fikirler, uyarıcı eleştiriler de tutanakların tozlu sayfalarından kurtulup hayata kavuşamaz bir türlü.

Bu yargıyı doğrulayan birkaç örnek vermek istiyoruz:

İBRAHİM BOZ (Nevşehir)- Romantik şeyler bunlar. 

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Dinleyin Sayın Milletvekili; romantik mi, gerçek mi görün; dinleyin efendim.

“İlk tahsili bitirenlerin hepsini, istidat ve kabiliyetleri neden ibaret olursa olsun, üniversiteye dayanan bir mekanizma karşısında bırakmak istemiyoruz.”

Kemalist rejimde okul, yalnız ‘mahreci aklâm (dairelere kâtip yetiştiren okul) değildir.” (Bu satırlar, 8 Kasım 1937 tarihle Celâl Bayar hükümeti programından)

“Türk çocuğunun ahlâkı temiz, ruhça ve bedence sağlam, milletine, vatana, Cumhuriyete ve inkılâba sadık yetiştirmek maarifimizin başlıca hedefidir.” (27 Ocak 1939 tarihli Dr. Refik Saydam hükümeti programından)

“... Köy enstitüleri köylerimizi ve köylülerimizi daha şimdiden yükseltmeye başlamıştır.” “Köylüyü topraksız, toprağı köysüz bırakmayacağız ve yavaş yavaş toprağı, sanatı ve tekniği sadece bilginin emrine geçireceğiz." (5 Ağustos 1942 tarihli, Saraçoğlu hükümeti programından)

“... Tamamiyle demokratik bir ruh ile ve ilmin son neticelerine göre tespit edilecek geniş ve teferruatlı bir plân içinde maarif nimetini memleketin her tarafına müsavi şartlarla yaymayı temin edecek kanun tasarılarını hazırlıklarımız biter bitmez yüksek tasvibinize arz edeceğiz.” (Birinci Adnan Menderes hükümetinin 29 Mayıs 1950 tarihli programından)

“Millî eğitim dâvası, baş dâvalarımızdandır. Demokrasinin kökleşmesi, soysuzlaşmamasının teminatı, özlenen İktisadî refahın tahakkuku, büyük kütlelerin, yeni yetişen nesillerin millî eğitimden en geniş ölçüde faydalanmasına bağlıdır...” (11 Temmuz 1960 tarihli, Millî Birlik hükümeti programından)

“Millî eğitimdeki amacımız, her yaştaki yurttaşlarımızı eşit eğitim imkânları içinde, istidat ve kabiliyetine göre üstün seviyede yetiştirmek; milletimize ve insanlığa yararlı, iyi ve verimli yurttaşlar haline getirmek; sosyal ve ekonomik kalkınma programlarının uygulanması için gereken çeşitli vasıftaki insan gücünü hazırlamaktır.” (2 Temmuz 1962 tarihli İsmet İnönü Başkanlığındaki Koalisyon Hükümetinin programından)

“Millî eğitimde amacımız, yurttaşların eşit eğitim imkânları içinde, istidat ve kabiliyetleri yönünde ve ölçüsünde yetişmelerini sağlamaktır.” (26 Şubat 1965 tarihli, Suat Hayri Ürgüblü hükümeti programından)

“Millî eğitim dâvası, Türkiye’de hürriyet rejiminin ve demokratik düzenin temelini besleyen bir kaynak olduğu kadar, memleket kalkınmasının en güçlü vasıtalarından biridir. Bunun için her şeyden önce temel eğitim meselesini halletmek; düşük olan okur yazar oranını yükseltmek gerekmektedir. Temel eğitime paralel olarak orta öğretim, teknik eğitim ve yüksek öğretim faaliyetlerini de geliştirmek zorundayız. Bu arada yetişkinlerin eğitimini de ihmal etmemek mevkiindeyiz.”

“Kabiliyetli köy çocuklarının öğretime devam edebilmesi, muhtaç durumda olanlara devletin yardım elini uzatabilmesi için parasız yatılı öğrenci adedini süratle artıracağız.”

“Üniversite ve yüksek öğretim gençliğini hayat sıkıntısından kurtarmak, sıhhi, rahat ve ucuz öğrenci yurtlarına kavuşturmak (...) muhtaç durumda olanlara burs imkânlarını artırmak, mevcutları kifayetli hale getirmek(...) kesin kararımızdır.” (Bu satırlar da 3 Kasım 1965 tarihli, Süleyman DemireI hükümetinin programından alınmıştır.)

Bütün bu söz ve vaatlerden sonra, 1965 sayımına göre, 8-22 yaş arasında, yani öğrenim çağında 10 milyon 500 bin kişiden ancak 4 milyon 500 bini öğrenim görmekte, 6 milyon kişi köyde-kentte işsiz-güçsüz dolaşmakta yada özel ticarethanelerde çıraklık, ağa kapılarında uşaklık etmekte, emekleri sömürülmektedir.

Cumhuriyetten bu yana okul programlarının baş sayfalarını süsleyen ama bir türlü uygulanma imkânı bulamayan şu satırlar da pek ilginçtir:

“Vatandaş, herkesin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerine sahip olduğunu; dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşit bulunduğunu; yaşama, maddî ve mânevi varlığını geliştirmek haklarına, kişi hürriyetlerine, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu anlayacak şekilde yetiştirilir.”

“Maarif Vakâleti Merkez Teşkilâtı ve vazifeleri hakkındaki Kanun” gereğince Millî Eğitim Şûrası 1939 yılından 1962 yılına kadar yedi kez toplanmış ve birçok karar almıştır. Bu kararlardan da birkaç satır okumak istiyorum:

“... İlköğretimin birinci derecede ehemmiyeti haiz bulunmaktadır. Bu öğretimi kemiyet ve keyfiyet bakımından bir an evvel en ileri şekilde memleketin en uzak köşelerine kadar yaymak mecburiyetindeyiz...”

“... Öğrencilere uyanık bir istihsal ve dikkatli bir istihlâk terbiyesi vermek, onların zihnî maharetlerini olduğu kadar el maharetlerini de geliştirmek, kendilerini memleketin İktisadî realitelerine göre hazırlamak, okulun değerli vatandaş yetiştirmek bakımından birinci derecede göz önünde tutacağı vazifelerdendir...”

“... Yeni Türk nesillerini İlmî usullerle ve asrın ihtiyacına uygun şekilde yetiştirmek mecburiyetindeyiz...” (Bu satırlar, Beşinci Millî Eğitim Şûrası’nda 1953 yılında o zamanın Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin yaptığı konuşmadan alınmıştır.)

“... İmam hatip okullarının ekserisi, diğer yatılı devlet okullarına nazaran çok düzensiz, iptidaî bir durumdadır. Bâzı yerlerde talebelerin en basit temizlik ihtiyaçlarının sağlanamadığı görülmektedir. Bu şartlar altında okul açmaya karar vermek, açmamaktan herhalde çok daha zararlıdır.”

Bâzı imam-hatip okullarında tedrisat en az iki yüz yıl eski metot ve araçlarla yapılmaktadır...” (Bu satırlar da 1962 yılında toplanan 7’nci Millî Eğitim Şûrasına sunulan “Din ile ilgili Eğitim ve Öğretim Komitesi Raporu”ndan alınmıştır.)

1959 da hazırlanıp bakanlığa verilen ve ancak 27 Mayıstan sonra açıklanan “Türkiye Eğitim Millî Komisyonu raporu”nda da şu öğütler vardır:

“Her insana kendisini geliştirmesi için her türlü imkân verilmelidir.”

“İyi eğitim, ancak canlı ve fonksiyonel olan bir eğitimdir. İyi eğitimde okul ile cemiyet arasında bir uçurum bulunmaz.”

“Türk halkına verilmek istenen eğitim meselesi gözden geçirilince anlaşılıyor ki, her ne kadar bütün yurttaşlara anayasa hükümleri gereğince asgari beş yıllık bir tahsil derpiş edilmiş ise de, aradan 36 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu esas henüz gerçekleştirilebilmiş değildir...”

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edildikten sonra 1948 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazete’de yayımlanan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” de Türk halkına şunları söylüyor ve vaat ediyordu:

“Madde 1.- Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.

Madde 2.- Herkes ırk, renk, cins, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akîde, millî veya içtimaî menşe, servet, doğuş veya herhangi bir diğer fark gözetilmeksizin iş bu beyannamede ilân olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.

Madde 26.- Her şahsın eğitime hakkı vardır. İlk eğitim mecburidir. Teknik ve meslekî öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.”

Birinci Beş Yıllık Plân, baştan ayağa dek ileri, halktan yana satırlarla doludur: İşte bir paragraf:

“Eğitim sistemimiz toplumdaki çeşitli görevlerin yurttaşlar arasında kabiliyetlerine göre dağıtılmasını sağlayacak bir şekilde düzenlenecektir. Bu amaçla durumları ne olursa olsun kabiliyetli olanlar bütün eğitim imkânlarından yararlanacaklardır. Böylece toplumda hem sosyal adalet, hem de fırsat eşitliği ilkeleri gerçekleştirilecektir.”

İkinci Beş Yıllık Plânda da aynı vaatler tekrarlanmıştır.

Bütün bu söylenenleri 1961 yılı Anayasası bir baş buyruk haline getirmiştir:

50’nci madde bugün herkesin ezberindedir:

“Halkın öğrenim ve eğitim ihtiyaçlarını sağlama, devletin başta gelen ödevlerindendir.”

Arkadaşlar, görüldüğü gibi her iktidara gelen, her kalemi eline alan, her kürsüye çıkan neler vâdetmemiş, neler yazmamış neler söylememiş! Bu vaatlerin, yazılanların, söylenenlerin bir kısmı samimi olabilir. Ne var ki, kırk yıldır yapılan uygulamalar bizi doğrulamaktadır; geri bırakılmış Türkiyemizde kapitalist metotlarla önemli bir ilerleme kaydedilmemiştir ve edilemeyecektir. Hele ekonomiye ve felsefeye sıkı sıkıya bağlı eğitim ve kültürde bir ilerleme kaydedilemeyeceği çok bellidir.

Ekonomisiyle, sanayisiyle, toplumsal yapısıyla “bütünsel” insanı amaç edinen; insanı sömürmediği; insanı aşağılamadığı; insanın kutsal bir varlık sayıldığı bir düzen, yani sosyalist düzen kurulmadıkça eğitim, küçük bir azınlığın ticaret malı olmakta devam edecektir.

“Yeni bir insan” tipi arzuluyoruz. Yeni insan; bütün yetenekleri saptanmış, en çok hangi dalda başarılı ise o yolda gelişmiş; geliştiği bilgi dalında her an topluma hizmet ettiği sürece mutlu olan kişi. Kılavuzu bilimdir. Temelsiz, boş inançlar gerilerde kalmıştır. Para hırsı yerine, topluma hizmet baş düşüncesidir. Bencillikten, hazıra konduculuktan uzakta; yalan söyleme gereğini duymayan kişi. İmeceden zevk duyan, toplumun her türlü zenginliğini kendi zenginliği sayan insan. Geniş ve sağlam bilgiye sahip. Tüm insanlığın meydana getirdiği ortak kültürden, ama gerçekten bütün insanlığı kucaklayan kültürden yararlanan ve ona katkıda bulunmaya çalışan, bilgisini daima işe çevirebilen insan, yeni insan.

İşte eğitim bunu sağlamalıdır.

Bu düzen, bunu yapabilecek midir?

Böyle bir insana A.P. iktidarının tahammülü olabilecek midir? Bugün eğitim, bir avuç insanın çıkarını amaç edinmiş. Bugünkü eğitim, büyük çoğunluğun uyanmaması üstüne işlemektedir. Bu yüzdendir ki, ne söylenirse söylensin eğitim adına, hep sözde, yüzeyde ve biçimde kalacaktır. Programlar ne yazarsa yazsın, egemen sınıf çıkarının dışına çıkılamayacaktır. Ona karşı çıkan öğretmene kıyılacaktır, “politika yapıyor” gerekçesiyle. Programlar ne yazarsa yazsın, egemen sınıf çıkarını kollayan öğretmene “milliyetçi öğretmen” adı verilecek ve kayırılacaktır.

Gazeteler, halktan toplanan milyonları ilân parası adıyla alacak ve o milyonları veren milyonları uyutmak için eşkıyalıkları, soygunculukları, her türlü ahlâk dışı yaşantıları günlerce tefrika edecek, halkın cinsel güdülerini gıdıklayarak milyonlarına milyonlar katacaktır.

Tiyatrolar, Mustafa Kemallerin yerle bir ettiği bir düzene ve o düzenin kan kusturucularına sanat adına alkış tutacaktır.

Bundan bir süre önce gazetelerde haber olarak çıkan “Özel Harp Okulu” açma isteği, somut bir örnektir. A.P. iktidarının halk bilincine yerleştirmek istediği bu tüccar felsefesi yarın bir “özel toplum polisi okulu, özel komando okulu” açılmasına, giderek “özel ordular” kurulmasına imkân hazırlayacaktır. 

İBRAHİM BOZ (Nevşehir)- Anayasada yok mu özel okul? 

T.İ.P. GRUBU ADINA YUSUF ZİYA BAHADINLI (Devamla)- Anlatacağım efendim.

Özel Harp Okulu açmak isteyen zat, gerekçe olarak, “Amerika'da da vardır böyle okullar" demektedir.

O Amerika ki, eğitimi, sanatı, müziği ve insanı paranın buyruğuna teslim etmiştir.

Bir süre önce Amerikan gazeteleri, radyolar, televizyonlar bir reklâm sunuyordu halka. Ünlü ressam Leonardo Da Vinci’nin ünlü eseri La Jakond’u söz konusu ederek, Fransız Tüccar Francesco Jakond’un karısı niçin bu kadar güzel gülümsüyor biliyor musunuz, çünkü dişlerini “Şimits diş macunuyla fırçalıyor” diyorlardı.

Ünlü zengin Ford’un laboratuarlarından birinde yapılan bir tahlilde de şöyle bir sonuç çıkarılmış:

“İster dâhi olsun, ister alelâde, her insanın vücudunda

bulunan maddelerden yedi kalıp sabun, kurşun kalemi

için sekiz bin grafit ve yirmi bin kibrit çöpü elde edilebilir!..”

Kapitalist felsefede her şey para içindir, insan bile bir ticaret metaıdır.

İşte özel yüksek okullar fâciası bu felsefenin bir başka uygulamasıdır.

Adalet Partisi iktidarı, özel yüksek okullarını, himayesi altına almasıyla Türk Millî Eğitimine hangi açıdan baktığını göstermektedir.

Kanunlar, programlar, çeşitli devirlerde çeşitli eğilimde kişiler ve kümeler tarafından hazırlanmıştır.

Atatürk döneminin hazırladığı birçok kanun henüz yürürlüktedir. Arkasından 1940-          1950 dönemi, sonra Demokrat Parti iktidarının hazırladığı geriye çevirili tüzük, program ve kanunları; ardından Millî Birlik Komitesi’nin ileriye dönük kararnameleri; sonra koalisyon, sonra yakından tanımaya imkân bulduğumuz A.P. iktidarının egemen sınıf felsefesinden doğan kanunlar, yönetmelikler...

Asıl önemlisi, bir de değişen dünya sorunları; Türk halkının bugünkü ekonomik ve toplumsal yapısı...

Türkiye üniversitelerinin kurulduğu yıllardan bu yana değişmeyen bir yanı var: Hâlâ küçük bir azınlığın tekelindedir üniversiteler. Hâlâ üniversiteye yoksul köylü çocuklarının girmesi bir mucize sayılmaktadır. İşçi çocukları parmakla gösterilecek kadar azdır. Yine de memnunluk verici bir durum vardır; bugün üniversite gençliğinin büyük çoğunluğu halkçı ve devrimcidir. Bu gençlerin mevcut bozuk düzene karşı çıkışları bir çelişki değildir. Çünkü onlar, içinde bulunduğu kişisel sorunların ve çıkmazların, daha iyi bir eğitim düzeni içinde çözümlenebileceğinin ve daha iyi bir eğitim düzeninin daha iyi bir toplum düzeninde gerçekleşebileceğinin bilincine varmıştır. Kişisel sorunlarla toplumsal düzen arasındaki sebep sonuç ilişkisini kurabilmiştir. Bu bakımdan da, öğrenimleri bittiğinde, ancak mevcut bozuk düzenin adamı olmak, onun bekçiliğini yapmak şartiyle iş bulabileceklerini, mutlu olabileceklerini görmüşler ve böyle bir davranışa karşı çıkmışlardır.

Bugünün üniversiteli genci, kişisel mutluluğunu elinin tersiyle bir yana itmekte, toplum mutluluğunun elde edilmesinin mücadelesini vermektedir.

Bu yüzdendir ki, anti-kapitalisttir, anti-emperyalisttir. Ve de insanın insanı sömürmediği bağımsız demokratik bir Türkiye kurma çabasındadır.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEN (...)- Türkiye millî eğitimini ancak ve ancak millî iradenin gerektiği şekilde çoğunun oyunu kazanmış olan iktidarlar ve yüksek heyetiniz tespit eder. Millî eğitim programları ve millî eğitimin sınırları sokaklarda sorumsuz bir politikanın değil, kışkırtıcı, yalana dayanan politikanın içine düşmüş kimseler tarafından yapılamaz. (A.P. sıralarından “Bravo" sesleri, alkışlar)

İSMET KAPISIZ (Konya)- Biz de karşıyız.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Eğitim, uzmanının işidir.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Sayın Bahadınlı, bu sahada en az konuşmaya hakkı olan sîzsiniz. Önümde makaleniz var. Buradaki ifadenizde de suretikatiyetle inanmıyorsunuz.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Yalan söylüyorsunuz, ben böyle bir şey söylemem.               

BAŞKAN- Efendim karşılıklı görüşmeyin böyle.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Makalemi oradan okuyun.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Okuyacağım.

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, karşılıklı görüşmeyin.

Sayın Bakan, sizden de rica ediyorum; bir milletvekiline değil, umumi heyete hitap ederek konuşun.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Şimdi niçin bunu söyledim? Makalesinden parça okuyorum, arkadaşlarım.

“Halk kavramında bir temizlik, bir dürüstlük, bir soyluluk vardır. Halkın bu erdemini hâlâ korumasının önemli nedenlerinden biri, bugünün okullarında okumadığı, bu ahlâksız düzenin eğitimini almadığı içindir.”

Muhterem arkadaşlarım...

NEVZAT ŞENER (Amasya)- Ahlaksız.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Ahlâksız sensin. (A.P. sıralarından gürültüler, “ahlâksız, terbiyesiz” sesleri) 

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Terbiyesiz senin baban.

BAŞKAN- Efendim, istirham ediyorum karşılıklı olarak bu şekilde görüşmeyin. Bunlar takbih icap ettirir.

NEVZAT ŞENER (Amasya)- Türk düzenine ahlâksız diyemezsin.

BAŞKAN- Sayın Şener, yerinize oturunuz.                 

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Senin kafan almaz bunu. (A.P. sıralarından “Senin kafan alır" sesleri)

BAŞKAN- Efendim, bırakalım celseyi isterseniz, kavga edelim. Bu mudur arzu yani? İstirham ediyorum, bu şekilde karşılıklı olarak konuşmayın.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Çok sayın arkadaşlarım; ben yalan söylemiyorum, kendilerinin Forum’da yazdıkları makaleyi okudum.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- O sözüm doğru, sizin iddia ettiğiniz değil. Halka karşı olmak değil ki bu söz.

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, bunu tavzih etmenin yolu var efendim. Oturduğunuz yerden Başkandan izin almadan görüşemezsiniz.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İLHAMİ ERTEM (Devamla)- Çok sayın arkadaşlarım; gayet basit. Bugün iktidarda bulunan Adalet Partisi Türk Milletinin çoğunluğunun oylarıyla mı iş başına gelmiştir? Türk Milleti bu partiye gönül mü vermiştir? O halde ona hürmet duymamak, onun nizamına şu tarzda ifadelerle “ahlâksız düzen” demek Türk halkına inanmak mıdır? Türk halkına inanıyorsanız, demokrasiye inanıyorsanız onun getirdiklerine inanacaksınız.

Muhterem arkadaşlarım; bu tema, muayyen ideolojiye inanmış, Türkiye’de bir anarşik ortam yaratmak isteyenler tarafından durmadan işlenmektedir. İşte, bildiriden bir parça, bunları yazanlar maalesef bir kısım öğretmendirler, bâzı öğretim teşekküllerinin idarecileridirler:

“Türkiye dışarıdan ve içeriden büyük ölçüde sömürülmektedir. Bu sömürü siyasetimize, ekonomi ve maliyetimize, okullarımıza, kültürümüze, savunmamıza, sağlığımıza ve barınmamıza olumsuz etkiler yapmaktadır. Yoksullar, orta ve yüksek öğrenim olanağı bulunmadığı için yurt yönetimi sadece ekonomik yönden kuvvetli olanların elinde kalmakta, çalışan çoğunluk etken değil, hep edilgen olmaktadır. Büyük kararları varlıklı azınlık almakta, kuralları varlıklı azınlık koymaktadır.”

Muhterem arkadaşlarım; kuralları kim koyuyor, Türk Milletinin büyük çoğunluğunun rey verdiği iktidar değil mi? Yani millî irade değil mi? Hani halk sevgisi, hani halka inanış?

BAŞKAN- Efendim, yeterlik önergesini oyunuza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Şimdi bölümlere geçmeden evvel arz etmek istediğim bir husus var. Yozgat Milletvekili Sayın Yusuf Ziya Bahadınlı şu önergeyi veriyor:

“Meclis Başkanlığı’na

Millî Eğitim Bakanı ‘halk kavramında bir temizliğin bir dürüstlüğün mevcut olduğunu’ anlattığım bir yazımı tahrif etmiştir. Bakan yazının anlamını değiştirerek bana sataşmıştır. Paragrafın bütününü okuyarak bakanın kasıtlı yaptığı tahrifi düzeltmek istiyorum.

Tüzüğün sataşmayla ilgili maddesi uyarınca konuşmama izin verilmesini dilerim.

Yusuf Ziya Bahadınlı

Yozgat Milletvekili”

BAŞKAN- Sayın Bahadınlı, İçtüzüğün 95’inci maddesini, aynen okuyorum: “Zati hakkında taarruz vâki olan veyahut ileriye sürdüğü mütalâa hilafında kendisine bir fikir isnad olunan mebus her zaman söz istemek hakkını haizdir. Bu halde o mebus ne münasebetle söz söylemeye mecburiyet hissettiğini beyan ve keyfiyeti Reis takdir eder” diyor. Yani, mutlak olarak takdir hakkı reise ait. Bendenizin bu takdir hakkını kullanabilmem için, her şeyden evvel sizin tarafınızdan yazılmış olan yazıya muttali olmam lâzım; tahrif var mı yok mu?

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Okuyayım Sayın Başkanım.

BAŞKAN- Evet siz okuyacaksınız, fakat okunduktan sonra dahi ben takdir hakkımı tahrif olmadığı yolunda kullanırsam, o zaman bir hakkın suiistimaline yol açmış olurum. Okunan kısmı ile bir sataşma da görmüyorum. Bu itibarla size İçtüzüğün 95’inci maddesine göre istediğiniz sözü vermeyeceğim. Direniyorsanız oya sunarım. Bu maddenin son fıkrası size bu hakkı veriyor.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Münakaşa etmiyorum...

BAŞKAN- Hayır, direniyorsanız; takdir hakkımı söyledim. Benim takdir ölçülerim içinde sataşma var, yok, bunu söylemiyorum, fakat şu anda bu takdir hakkımı kullanacak durumda değilim, bu itibarla söz vermiyorum, diyorum. Eğer, her şeye rağmen direniyorsanız oya sunacağım.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Direniyorum.

BAŞKAN- Efendim, arkadaşımız sataşma olduğu hususunda direniyor. Söz hakkı olup olmadığı hususunu oyunuza sunuyorum. Konuşmasını kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmemiştir.

YUSUF ZİYA BAHADINLI (Yozgat)- Belli bir şey.